Dünya genelinde kültür-sanat politikaları geride bıraktığımız yüzyılda belirgin şekilde değişti. Sanat modernizm öncesinde belki daha bireysel, içe dönük bir karakterde ve kısıtlı bir topluluğa hitap ederken 1800’lerin sonlarından itibaren kitlelerle iletişime geçmeye başladı. 20. yüzyıl ise büyük sıçralamalara olduğu kadar büyük kırılmalara da sahne oldu. Döneme damgasını vuran yeni sanat akımları, savaşların, toplumsal hareketlerin ve finansal krizlerin arasında birbiri ardına filizlenirken, siyasi ve ekonomik sistemler, yüzyılın sonlarına doğru hem sanatın hem de kültürün içeriğini yeniden tanımlamaya başladı. Bu durum, büyük umutlarla beklenen yeni milenyumda da pek fazla değişmezken gibi geçtiğmiz yılın Mart ayından itibaren hayatlarımıza dahil olan pandemiyle birlikte her şey sanat ortamı için daha da zorlayıcı bir hal aldı. Süreç şimdi, pandeminin başlangıcından bir sene sonra, belirsizliklerin ve sürprizlerin egemenliğinde devam ediyor.
Modern dönem
öncesinde sanatın konumu
Aslında sanatın
toplumlarla ilişkisi 19. yüzyıla kadar, kimi zaman teknik kimi zaman ise
politik ve kültürel nedenlerle belli başlı zümrelerin egemenliğinde ve
hizmetindeydi. Özellikle antik dönemlerde, yöneticilerin haricindeki imtiyazlı
asker veya ruhban sınıfına dahil olmayanların erişimine açık eserler genellikle
kamusal alandaki hükümdar heykelleri, mitolojik tasvirler ya da ulusal
destanlar gibi siyasi veya dini karakterdeki yapıtlardan öteye geçemiyordu. Ancak
günümüzle kıyaslanamayacak derecede kısıtlı teknolojik imkânlar nedeniyle yapıtlara
ait bilgiler ya el yazmaları ve çizimler gibi çok emek gerektiren yöntemlerle
kaydedilmeye ya da daha hızlı ama daha az güvenilir bir yöntem olan sözlü
yoldan aktarılmaya çalışılıyordu. Bu da eserlerin bilinirliğini ve dolayısıyla
ulaşabildiği insan sayısını büyük ölçüde azaltıyordu.
Keşifler Çağı ve
sonrasında sömürgecilik gibi ekonomik modellerin varlığı ya da matbaa gibi
teknolojilerin kullanımı, bilginin eskisine kıyasla çok daha büyük topluluklara
ulaşmasını sağladıysa da sanatın toplumsal konumunu çok fazla değişmedi. Çünkü
tüm bu gelişmeler öncelikli olarak askeri, siyasi, ekonomik veya dini amaçlara
hizmet ettiler. Sanatın önemiyse, bu yapıların düşünsel sınırlarına ulaşmaları
ve küresel piyasa modeliyle ulus devletlerin yavaş yavaş ortaya çıktığı, Sanayi
Devrimi ile Amerikan ve Fransız Devrimleri sonrasını kapsayan dönemde
anlaşılmaya başlandı. Özellikle erken sanayileşen Avrupa toplumlarında okur
yazarlık oranının artmasıyla, halihazırda oluşturulmuş müze kültürü, sokak ve
sahne sanatları ile edebiyatın ardından ancak 19. yüzyılın sonlarına doğru ilk
defa halkın ayrıcalıklı olmayan kesimine, yani küçük burjuvaziye ve
proletaryaya açılabildi. Sanatın, toplumun tümüyle buluşmaya başlaması bir
yandan sanatsal ifadenin ufkunu genişletti ve kitlelere yeni düşünce biçimleri
üretebilecekleri verimli bir zemin sağladı ancak diğer yandan siyasetin sanatla
olan bağının doğasını da değiştirdi. Bu yaratıcı alan, kitlesel psikolojinin sanayileşmeyle
ve adım adım tüketim toplumuna dönüşen insan grupları üzerindeki etkisinin
anlaşılmasıyla önemli bir sosyal dinamik haline gelmeye başladı.
Adım adım
küresel piyasalara
Sanat
politikalarını ve onun siyasetle olan ilişkisini anlamak adına özellikle yakın
dönemin ekonomik çerçevesine bakmak gerekir. I. Dünya Savaşı, Avrupa’nın
ekonomik yapısını kökten değiştirerek, makineleşme sürecinin devamında birbirine
bağımlı ekonomilerin oluşumunu zorunlu kıldı. Bu da uzmanlaşma esasına dayanan
Avrupa Ekonomik Topluluğu ya da Avrupa Birliği gibi finansal, kültürel ve sosyal
“tröstlerin” oluşmasına zemin hazırladı. Savaşların meydanlardaki göğüs göğüse
çarpışmalardan cephelerdeki karşılıklı stratejik manevralara dönüştüğü bu
dönemde, özellikle fotoğraf ve sinema gibi disiplinler, yönetim organlarının
amacına planlı şekilde hizmet etmeye başladı. Bu süreci daha da hızlandıran II.
Dünya Savaşı ise, sağ eğilimli totaliter rejimlerin hızlı yükselişine ve aynı
hızda düşüşüne sahne olurken, Birleşik Devletler’in savaşa katılması küresel
boyutta hissedilen sosyo-ekonomik etkileri arttırdı. Özellikle Adolf Hitler
liderliğindeki Nazi Almanyası ve Benito Mussolini yönetimindeki Faşist İtalya, vatan
haini ilan edilen sanatçılardan, yakılarak yok edilen yapıtlara ya da üzeri
parti sembolleriyle dolu anıtsal boyuttaki kamusal yapılara varana kadar, sanatı
sistematik bir tahakküm, imha ve propaganda unsuru haline getirdi. Her şeye
rağmen bu saldırgan ve baskıcı yöntemler, tarihte belki de o güne dek
görülmemiş büyüklükte bir kitlesel etki yaratmayı başardı.
Oysa New York’ta
1913 yılında gerçekleştirilen The Armory Show, Birleşik Devletler’deki ilk
büyük modern sanat sergisi olmasının yanı sıra, herkese açık olmasıyla da
önemli bir kilometre taşıydı. 1929’da Büyük Buhran’ın başlangıcından sadece
birkaç ay sonra yine aynı şehirde açılan MOMA (Museum of Modern Arts) ise uzun
vadeli sanat politikalarının ve Birleşik Devletler’in küresel sanat piyasası
vizyonunun sınırları hakkında önemli ipuçları barındırıyordu. Birleşik
Devletler, Wall Street borsasının çöküşüyle başlayan kriz döneminin hasarını,
sanata yaptığı ekonomik yatırımlarla hafifletmeyi başarmış, bu şekilde krizin
çok daha kötüye gitmesini engelleyebilmişti. Üstelik bu acı tecrübeden önemli
dersler çıkararak, kültür-sanat politikalarının bir devlet stratejisi haline
gelmesi gerektiğini kavramıştı. Avrupa devletleri ise bunu ancak 1945
sonrasında, aldığı darbelerle tükenmiş ve artık yumruk dahi atamayacak bir
boksör gibi bitkin düşüp, sahip olduğu benzersiz kültürel mirasın bir bölümünü de
yıkımın alevlerinde kaybettiğinde fark etti.
Yeniden
yapılanma süreci, savaşta yara alan tüm ülkeler için 1950’lerin temel motivasyonlarının
başında geliyordu. İşte tam bu noktada liberal ekonomi bir çıkış yolu olarak
görülmeye başlandı ve birçok ülke para birimini Amerikan dolarına endeksledi. Bunun
karşısında ise Rusya’nın bayraktarlığını yaptığı komünizm durmaktaydı. Dünyanın
giderek çift kutuplu olmaya sürüklendiği bu dönemde, psikoloji, sosyoloji ve
felsefe gibi alanlarda yapılan çalışmalar sanat politikaları üzerinde de etkili
oldu. Daha önce kamusallaşarak büyük bir adım atan sanat şimdi kurumsallaşma
yolundaydı.
Kurumsallaşan politikalar
20. yüzyılın
ikinci yarısı hem popüler kültürün hem de üretim ve tüketim çılgınlığının tüm
dünyayı etkisi altına almaya başladığı bir dönemdi. Komünist olmayan ülkeler,
kapitalist ekonomi teorileri çevresinde buluşarak yavaş yavaş adeta içine her
gün yeni mağazalar açılan kıta büyüklüğünde bir alışveriş merkezinin
parçalarına dönüşüyordu. Soğuk Savaş’ın kazanılması bu sistemin ileride
çıkabilecek sorunlara rağmen işleyebilmesine bağlıydı. Batı Avrupa ve Birleşik
Devletler, sanata büyük bütçeler ayırarak küresel ekonominin en önemli
piyasalarından birini el birliğiyle yaratmaya koyulmuştu. Ancak düzgün işleyen
ve uzun ömürlü bir piyasa modelinin oluşturulması için farklı çalışmalardan
yararlanılması gerekiyordu. Bunlardan en önemlileri ise mikroekonomiyle
psikolojinin kesişim noktasında yer alıyordu.
Züppe etkisi (snob
effect), bir toplumun alt gelir seviyesindeki üyeleriyle varlıklılar
arasındaki satın alma farklarına odaklanmıştı. Buna göre varlıklılar, sahip
oldukları ürünlerin bir sosyal statü sembolü olduğunu düşünürlerdi ve bu
nedenle tamamen aynı işlevselliğe sahip olsa dahi dar gelirli kesimin
kullandığı ürünleri kullanmaktan uzak dururlardı. Sürü etkisi (bandwagon effect)
ise aidiyet olgusundan beslenerek tüketicilerin belli bir ürünün belli bir
sosyal kesimi temsil ettiğini düşünerek, o kesime dahil olmak isteyenlerin
diğerlerine benzer ekonomik davranışlar içine gireceğini öne sürüyordu. Örneğin
insan kaynakları uzmanı olmak isteyen biri, diğer insan kaynakları uzmanlarıyla
aynı marka ve modeldeki cep telefonunu aldığında gruba daha iyi uyum
sağlayacağını veya bunu yapmazsa dışlanacağını düşünmeye başlayacaktı. Son
teori ise adını Amerikalı iktisatçı Thorstein Veblen’den alan Veblen etkisidir.
Bu ise her tüketicinin piyasada ona sunulan mallara dair detaylı ve yeterli
bilgiye sahip olmasının mümkün olmayacağından yola çıkarak parasal değerin
ürünün kalitesiyle paralellik göstereceğine inanabileceğini ortaya atan bir teoriydi.
Yani pahalı ürün, tüketici bunun nedenini mantıklı şekilde açıklayamasa bile
kaliteli ürün demekti.
Fuarlar,
bienaller ve çağdaş sanat müzeleri
1960’ların
sonuna yaklaşıldığında iletişim teknolojileri gelişmiş, bilgi hızla iletilebilir
hale gelmişti; yeni sanat akımları ortaya çıkıyor, bunlar da heyecanlı bir
sanat alıcısı kitlesi yaratıyordu ve az önce sıralanan üç teorinin de kesişim
noktalarındaki “ürünlerin” başında sanat eserleri gelmekteydi. Bu durum sanat
eserlerinin toplumlar üzerinde, rahatlıkla birleştirici veya ayrıştırıcı olarak
sınıflandırılabilecek gücünün önemli göstergelerinden biriydi. Art Market
Cologne (1967) ve Art Basel (1970), güncel sanat eserlerinin alım-satımının
yapıldığı fuar modelinin ilk örnekleriydi. Fakat her şeye rağmen fuar sistemi
New York ve Londra gibi metropoller yerine daha küçük şehirlerde başladı. Böylelikle
hem sanatsal etkinliklerin şehir ekonomileri üzerindeki etkinliği görülebilecek
hem de bu model başarılı olmazsa bu alandaki ekonomik etkinliğin devam ettiği
şehirlerin itibarı sarsılmayacaktı. Büyük şehirler ise bu dönemde Sotheby’s ve
Christie’s gibi köklü müzayede firmalarının düzenlediği açık arttırmalara ev
sahipliği yapıyor, sanat eserleri bu mezatlarda alınıp satılıyordu.
Keynesyen
ekonomi teorilerinin etkisini yitirmesiyle birlikte yükselen neoliberal
politikalar, 1980’lerde Birleşik Devletler’de Hollywood yıldızı Ronald Reagan
ve Birleşik Krallık’ta “Demir Leydi” lakaplı Margaret Thatcher döneminin
belirgin özellikleri arasında sayılıyordu. Bu dönem aynı zamanda Türkiye’nin de
içinde bulunduğu birçok ülke ekonomisinin serbest piyasaya dahil olmasıyla
çoğunluğu bankacılardan, sigortacılardan, borsacılardan ve tüccarlardan oluşan
bir yeni zengin sınıfının da ortaya çıkmasını sağladı. Sanat piyasası bu
dönemde genişlemeyi sürdürdü ama kısa süre sonra, 1990’da patlak veren kriz, piyasanın
çöküşüne neden oldu.
Sovyetler
Birliği’nin dağılması ve Körfez Savaşı gibi küresel etkilere sahip olayların
yarattığı ekonomik belirsizlik piyasayıı vurduğunda, sanat ortamının yalnızca
eser alışverişiyle ayakta kalamayacağı ortaya çıkmıştı. Bu defa da devreye
bienaller ile çağdaş sanat müzeleri girdi ve özellikle çağdaş sanatın kavramsal
boyutu üzerinde durulmaya başlandı. İlk kez Venedik’te ortaya çıkan ve “iki
senede bir düzenlenen” anlamına gelen bienal kavramı yüzlerce eseri barındıran
çok büyük, kapsamlı ve kavramsal bir sergi yapısındaydı. Bienaller, çağdaş
sanatın vitrini olmanın dışında sanat fuarlarında veya çağdaş sanat
müzelerindeki eserlerin sanatçıları için de bir prestij alanıydı. Bununla
birlikte, bienaller piyasa ekonomisine geçen ülkelerin şehirlerini turistik ve
sanatsal anlamda birer cazibe merkezi haline getirdi. Çevresel bienaller olarak
adlandırılan bu etkinliklerin arasında İstanbul (1987), Sharjah (1993), Havana
(1984), Gwangjou (1995), Shanghai (1996) bienallerinin önemi büyüktü. Çağdaş
sanat müzeleri ise kalıcı koleksiyonlarının olması ve küratoryal çalışmalar
için daimi bir alan sağlayabilmeleri açısından sanatsal ortamın gelişimine
zemin hazırlayan ancak diğer yandan piyasa sistemini de oluşturduğu
kurumsallıkla ayakta tutan bir karaktere sahipti. MOMA’nın oluşturduğu ve
geliştirdiği müze modeli uygulandığı ülkeye göre farklılık gösterse de bu
yapıların hepsi sadece galeri mekânlarını değil aynı zamanda kütüphane,
restoran, hediyelik eşya dükkanı gibi farklı bölümleri barındırarak bir deneyim
merkezi olma özelliğini korudu. Avrupa’nın farklı coğrafyalarında konumlanan bu
müzelerin en bilinenleri arasında S.M.A.K. (1957), Centre Pompidou (1977),
Museo Nacional Centro de Arte Reina Sofia (1992), Hamburger Kuntshalle Galerie
der Gegenwart (1997), Guggenheim Bilbao (1997), Tate Modern (2000), İstanbul
Modern (2004) ve Museo del Novecento (2010) sayılabilir.
21. yüzyıla
gelindiğinde sanat politikalarının ekonomiye bağımlılığı daha da belirginleşti.
2000’lerin ilk yıllarında yeniden toparlanmaya başlayan çağdaş sanat piyasası 2008
yılında yaşanan mortgage krizinde bir ağır yara daha aldı. Küresel sanat
ekonomisi Arap Yarımadası’nın yarattığı talebe rağmen bir türlü istenilen denge
durumuna ulaşamadı. Fakat Çin, dışa kapalı geçirdiği süre içinde dünyanın en
büyük ekonomik güçlerinden biri haline gelmişti ve sanata yatırım yapmayı bir
ülke politikası olarak benimsedi. Böylece artık doygunluğa ulaştırılacak bir
piyasa daha sisteme dahil oldu.
Yeni
coğrafyalar ve pandeminin etkileri
Yine de 2020
yılında yaşanan ve etkileri hala devam eden Covid-19 pandemisi günümüzde sadece
sanat ortamını değil, tüm üretim ve bölüşüm sistemini değiştireceğe benziyor.
Kimi ülkeler ilk şaşkınlıklarını üzerlerinden atıp hastalığa çare bulmak için
çalışmaya başladıklarından bu yana geçen sürede özellikle kültür-sanat alanında
çeşitli destek fonları oluşturdular. Örneğin Almanya, Kültür İçin Yeni
Başlangıç (Neustart Kultur) adını verdiği bir program başlatarak salgının
başlangıcından beri sanat kuruluşları için 2 milyar Euro tutarında fon
dağıtmayı başardı. Kültür Bakanı Monika Grütters bu paranın “ölümcül yaralar
alan kültür ortamına bir umut ışığı, bir yüreklendirme” olmasını
hedeflediklerini açıkladı. Geçtiğimiz yılın Aralık ayında 396 projeye başvuru
başına en fazla 35.000 Euro olacak şekilde toplamda 8.2 milyon Euro verildi.
2021’in ikinci yarısı için ise 7 milyon Euro’luk ikinci tur fonlar dağıtılacak.
Yakın dönemde Brexit ile Avrupa Birliği’nden kopma kararı alan İngiltere ise
2020 Haziran ayında ülkenin kültür-sanat mirasını korumak adına, müzelere, galerilere,
tiyatrolara, bağımsız sinemalara ve konser alanlarına verilmek üzere ayırdığı
para 1.5 milyar Sterlin. Türkiye’de ise durum bundan oldukça farklı. 2021
bütçesine göre en çok payı alan Hazine ve Maliye Bakanlığı’na ayrılan para 570
milyar TL olarak açıklandı. Kültür ve Turizm Bakanlığı ise 6.8 milyar TL ile
yetinmek durumunda.
0 Comments
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.