Yakın Dönemin Kültür Sanat Politikalarına Bir Bakış

*Artisans dergisinin Nisan-Mayıs 2021 sayısındaki Sanat ve Siyaset başlıklı dosya için yazılmıştır.


Dünya genelinde kültür-sanat politikaları geride bıraktığımız yüzyılda belirgin şekilde değişti. Sanat modernizm öncesinde belki daha bireysel, içe dönük bir karakterde ve kısıtlı bir topluluğa hitap ederken 1800’lerin sonlarından itibaren kitlelerle iletişime geçmeye başladı. 20. yüzyıl ise büyük sıçralamalara olduğu kadar büyük kırılmalara da sahne oldu. Döneme damgasını vuran yeni sanat akımları, savaşların, toplumsal hareketlerin ve finansal krizlerin arasında birbiri ardına filizlenirken, siyasi ve ekonomik sistemler, yüzyılın sonlarına doğru hem sanatın hem de kültürün içeriğini yeniden tanımlamaya başladı. Bu durum, büyük umutlarla beklenen yeni milenyumda da pek fazla değişmezken gibi geçtiğmiz yılın Mart ayından itibaren hayatlarımıza dahil olan pandemiyle birlikte her şey sanat ortamı için daha da zorlayıcı bir hal aldı. Süreç şimdi, pandeminin başlangıcından bir sene sonra, belirsizliklerin ve sürprizlerin egemenliğinde devam ediyor.

 

Modern dönem öncesinde sanatın konumu

Aslında sanatın toplumlarla ilişkisi 19. yüzyıla kadar, kimi zaman teknik kimi zaman ise politik ve kültürel nedenlerle belli başlı zümrelerin egemenliğinde ve hizmetindeydi. Özellikle antik dönemlerde, yöneticilerin haricindeki imtiyazlı asker veya ruhban sınıfına dahil olmayanların erişimine açık eserler genellikle kamusal alandaki hükümdar heykelleri, mitolojik tasvirler ya da ulusal destanlar gibi siyasi veya dini karakterdeki yapıtlardan öteye geçemiyordu. Ancak günümüzle kıyaslanamayacak derecede kısıtlı teknolojik imkânlar nedeniyle yapıtlara ait bilgiler ya el yazmaları ve çizimler gibi çok emek gerektiren yöntemlerle kaydedilmeye ya da daha hızlı ama daha az güvenilir bir yöntem olan sözlü yoldan aktarılmaya çalışılıyordu. Bu da eserlerin bilinirliğini ve dolayısıyla ulaşabildiği insan sayısını büyük ölçüde azaltıyordu.

Keşifler Çağı ve sonrasında sömürgecilik gibi ekonomik modellerin varlığı ya da matbaa gibi teknolojilerin kullanımı, bilginin eskisine kıyasla çok daha büyük topluluklara ulaşmasını sağladıysa da sanatın toplumsal konumunu çok fazla değişmedi. Çünkü tüm bu gelişmeler öncelikli olarak askeri, siyasi, ekonomik veya dini amaçlara hizmet ettiler. Sanatın önemiyse, bu yapıların düşünsel sınırlarına ulaşmaları ve küresel piyasa modeliyle ulus devletlerin yavaş yavaş ortaya çıktığı, Sanayi Devrimi ile Amerikan ve Fransız Devrimleri sonrasını kapsayan dönemde anlaşılmaya başlandı. Özellikle erken sanayileşen Avrupa toplumlarında okur yazarlık oranının artmasıyla, halihazırda oluşturulmuş müze kültürü, sokak ve sahne sanatları ile edebiyatın ardından ancak 19. yüzyılın sonlarına doğru ilk defa halkın ayrıcalıklı olmayan kesimine, yani küçük burjuvaziye ve proletaryaya açılabildi. Sanatın, toplumun tümüyle buluşmaya başlaması bir yandan sanatsal ifadenin ufkunu genişletti ve kitlelere yeni düşünce biçimleri üretebilecekleri verimli bir zemin sağladı ancak diğer yandan siyasetin sanatla olan bağının doğasını da değiştirdi. Bu yaratıcı alan, kitlesel psikolojinin sanayileşmeyle ve adım adım tüketim toplumuna dönüşen insan grupları üzerindeki etkisinin anlaşılmasıyla önemli bir sosyal dinamik haline gelmeye başladı.   

Endüstri çağı kitlesel üretim araçlarıyla büyük bir kırılma noktasıydı.


Adım adım küresel piyasalara

Sanat politikalarını ve onun siyasetle olan ilişkisini anlamak adına özellikle yakın dönemin ekonomik çerçevesine bakmak gerekir. I. Dünya Savaşı, Avrupa’nın ekonomik yapısını kökten değiştirerek, makineleşme sürecinin devamında birbirine bağımlı ekonomilerin oluşumunu zorunlu kıldı. Bu da uzmanlaşma esasına dayanan Avrupa Ekonomik Topluluğu ya da Avrupa Birliği gibi finansal, kültürel ve sosyal “tröstlerin” oluşmasına zemin hazırladı. Savaşların meydanlardaki göğüs göğüse çarpışmalardan cephelerdeki karşılıklı stratejik manevralara dönüştüğü bu dönemde, özellikle fotoğraf ve sinema gibi disiplinler, yönetim organlarının amacına planlı şekilde hizmet etmeye başladı. Bu süreci daha da hızlandıran II. Dünya Savaşı ise, sağ eğilimli totaliter rejimlerin hızlı yükselişine ve aynı hızda düşüşüne sahne olurken, Birleşik Devletler’in savaşa katılması küresel boyutta hissedilen sosyo-ekonomik etkileri arttırdı. Özellikle Adolf Hitler liderliğindeki Nazi Almanyası ve Benito Mussolini yönetimindeki Faşist İtalya, vatan haini ilan edilen sanatçılardan, yakılarak yok edilen yapıtlara ya da üzeri parti sembolleriyle dolu anıtsal boyuttaki kamusal yapılara varana kadar, sanatı sistematik bir tahakküm, imha ve propaganda unsuru haline getirdi. Her şeye rağmen bu saldırgan ve baskıcı yöntemler, tarihte belki de o güne dek görülmemiş büyüklükte bir kitlesel etki yaratmayı başardı.

Oysa New York’ta 1913 yılında gerçekleştirilen The Armory Show, Birleşik Devletler’deki ilk büyük modern sanat sergisi olmasının yanı sıra, herkese açık olmasıyla da önemli bir kilometre taşıydı. 1929’da Büyük Buhran’ın başlangıcından sadece birkaç ay sonra yine aynı şehirde açılan MOMA (Museum of Modern Arts) ise uzun vadeli sanat politikalarının ve Birleşik Devletler’in küresel sanat piyasası vizyonunun sınırları hakkında önemli ipuçları barındırıyordu. Birleşik Devletler, Wall Street borsasının çöküşüyle başlayan kriz döneminin hasarını, sanata yaptığı ekonomik yatırımlarla hafifletmeyi başarmış, bu şekilde krizin çok daha kötüye gitmesini engelleyebilmişti. Üstelik bu acı tecrübeden önemli dersler çıkararak, kültür-sanat politikalarının bir devlet stratejisi haline gelmesi gerektiğini kavramıştı. Avrupa devletleri ise bunu ancak 1945 sonrasında, aldığı darbelerle tükenmiş ve artık yumruk dahi atamayacak bir boksör gibi bitkin düşüp, sahip olduğu benzersiz kültürel mirasın bir bölümünü de yıkımın alevlerinde kaybettiğinde fark etti.

Yeniden yapılanma süreci, savaşta yara alan tüm ülkeler için 1950’lerin temel motivasyonlarının başında geliyordu. İşte tam bu noktada liberal ekonomi bir çıkış yolu olarak görülmeye başlandı ve birçok ülke para birimini Amerikan dolarına endeksledi. Bunun karşısında ise Rusya’nın bayraktarlığını yaptığı komünizm durmaktaydı. Dünyanın giderek çift kutuplu olmaya sürüklendiği bu dönemde, psikoloji, sosyoloji ve felsefe gibi alanlarda yapılan çalışmalar sanat politikaları üzerinde de etkili oldu. Daha önce kamusallaşarak büyük bir adım atan sanat şimdi kurumsallaşma yolundaydı.

İki kutuplu dünya düzeni sanatı da ekonomiyi etkilediği kadar etkiledi.

Kurumsallaşan politikalar

20. yüzyılın ikinci yarısı hem popüler kültürün hem de üretim ve tüketim çılgınlığının tüm dünyayı etkisi altına almaya başladığı bir dönemdi. Komünist olmayan ülkeler, kapitalist ekonomi teorileri çevresinde buluşarak yavaş yavaş adeta içine her gün yeni mağazalar açılan kıta büyüklüğünde bir alışveriş merkezinin parçalarına dönüşüyordu. Soğuk Savaş’ın kazanılması bu sistemin ileride çıkabilecek sorunlara rağmen işleyebilmesine bağlıydı. Batı Avrupa ve Birleşik Devletler, sanata büyük bütçeler ayırarak küresel ekonominin en önemli piyasalarından birini el birliğiyle yaratmaya koyulmuştu. Ancak düzgün işleyen ve uzun ömürlü bir piyasa modelinin oluşturulması için farklı çalışmalardan yararlanılması gerekiyordu. Bunlardan en önemlileri ise mikroekonomiyle psikolojinin kesişim noktasında yer alıyordu.

Züppe etkisi (snob effect), bir toplumun alt gelir seviyesindeki üyeleriyle varlıklılar arasındaki satın alma farklarına odaklanmıştı. Buna göre varlıklılar, sahip oldukları ürünlerin bir sosyal statü sembolü olduğunu düşünürlerdi ve bu nedenle tamamen aynı işlevselliğe sahip olsa dahi dar gelirli kesimin kullandığı ürünleri kullanmaktan uzak dururlardı. Sürü etkisi (bandwagon effect) ise aidiyet olgusundan beslenerek tüketicilerin belli bir ürünün belli bir sosyal kesimi temsil ettiğini düşünerek, o kesime dahil olmak isteyenlerin diğerlerine benzer ekonomik davranışlar içine gireceğini öne sürüyordu. Örneğin insan kaynakları uzmanı olmak isteyen biri, diğer insan kaynakları uzmanlarıyla aynı marka ve modeldeki cep telefonunu aldığında gruba daha iyi uyum sağlayacağını veya bunu yapmazsa dışlanacağını düşünmeye başlayacaktı. Son teori ise adını Amerikalı iktisatçı Thorstein Veblen’den alan Veblen etkisidir. Bu ise her tüketicinin piyasada ona sunulan mallara dair detaylı ve yeterli bilgiye sahip olmasının mümkün olmayacağından yola çıkarak parasal değerin ürünün kalitesiyle paralellik göstereceğine inanabileceğini ortaya atan bir teoriydi. Yani pahalı ürün, tüketici bunun nedenini mantıklı şekilde açıklayamasa bile kaliteli ürün demekti.

13. Havana Bienali (2018)


Fuarlar, bienaller ve çağdaş sanat müzeleri

1960’ların sonuna yaklaşıldığında iletişim teknolojileri gelişmiş, bilgi hızla iletilebilir hale gelmişti; yeni sanat akımları ortaya çıkıyor, bunlar da heyecanlı bir sanat alıcısı kitlesi yaratıyordu ve az önce sıralanan üç teorinin de kesişim noktalarındaki “ürünlerin” başında sanat eserleri gelmekteydi. Bu durum sanat eserlerinin toplumlar üzerinde, rahatlıkla birleştirici veya ayrıştırıcı olarak sınıflandırılabilecek gücünün önemli göstergelerinden biriydi. Art Market Cologne (1967) ve Art Basel (1970), güncel sanat eserlerinin alım-satımının yapıldığı fuar modelinin ilk örnekleriydi. Fakat her şeye rağmen fuar sistemi New York ve Londra gibi metropoller yerine daha küçük şehirlerde başladı. Böylelikle hem sanatsal etkinliklerin şehir ekonomileri üzerindeki etkinliği görülebilecek hem de bu model başarılı olmazsa bu alandaki ekonomik etkinliğin devam ettiği şehirlerin itibarı sarsılmayacaktı. Büyük şehirler ise bu dönemde Sotheby’s ve Christie’s gibi köklü müzayede firmalarının düzenlediği açık arttırmalara ev sahipliği yapıyor, sanat eserleri bu mezatlarda alınıp satılıyordu.

Keynesyen ekonomi teorilerinin etkisini yitirmesiyle birlikte yükselen neoliberal politikalar, 1980’lerde Birleşik Devletler’de Hollywood yıldızı Ronald Reagan ve Birleşik Krallık’ta “Demir Leydi” lakaplı Margaret Thatcher döneminin belirgin özellikleri arasında sayılıyordu. Bu dönem aynı zamanda Türkiye’nin de içinde bulunduğu birçok ülke ekonomisinin serbest piyasaya dahil olmasıyla çoğunluğu bankacılardan, sigortacılardan, borsacılardan ve tüccarlardan oluşan bir yeni zengin sınıfının da ortaya çıkmasını sağladı. Sanat piyasası bu dönemde genişlemeyi sürdürdü ama kısa süre sonra, 1990’da patlak veren kriz, piyasanın çöküşüne neden oldu.

Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Körfez Savaşı gibi küresel etkilere sahip olayların yarattığı ekonomik belirsizlik piyasayıı vurduğunda, sanat ortamının yalnızca eser alışverişiyle ayakta kalamayacağı ortaya çıkmıştı. Bu defa da devreye bienaller ile çağdaş sanat müzeleri girdi ve özellikle çağdaş sanatın kavramsal boyutu üzerinde durulmaya başlandı. İlk kez Venedik’te ortaya çıkan ve “iki senede bir düzenlenen” anlamına gelen bienal kavramı yüzlerce eseri barındıran çok büyük, kapsamlı ve kavramsal bir sergi yapısındaydı. Bienaller, çağdaş sanatın vitrini olmanın dışında sanat fuarlarında veya çağdaş sanat müzelerindeki eserlerin sanatçıları için de bir prestij alanıydı. Bununla birlikte, bienaller piyasa ekonomisine geçen ülkelerin şehirlerini turistik ve sanatsal anlamda birer cazibe merkezi haline getirdi. Çevresel bienaller olarak adlandırılan bu etkinliklerin arasında İstanbul (1987), Sharjah (1993), Havana (1984), Gwangjou (1995), Shanghai (1996) bienallerinin önemi büyüktü. Çağdaş sanat müzeleri ise kalıcı koleksiyonlarının olması ve küratoryal çalışmalar için daimi bir alan sağlayabilmeleri açısından sanatsal ortamın gelişimine zemin hazırlayan ancak diğer yandan piyasa sistemini de oluşturduğu kurumsallıkla ayakta tutan bir karaktere sahipti. MOMA’nın oluşturduğu ve geliştirdiği müze modeli uygulandığı ülkeye göre farklılık gösterse de bu yapıların hepsi sadece galeri mekânlarını değil aynı zamanda kütüphane, restoran, hediyelik eşya dükkanı gibi farklı bölümleri barındırarak bir deneyim merkezi olma özelliğini korudu. Avrupa’nın farklı coğrafyalarında konumlanan bu müzelerin en bilinenleri arasında S.M.A.K. (1957), Centre Pompidou (1977), Museo Nacional Centro de Arte Reina Sofia (1992), Hamburger Kuntshalle Galerie der Gegenwart (1997), Guggenheim Bilbao (1997), Tate Modern (2000), İstanbul Modern (2004) ve Museo del Novecento (2010) sayılabilir.

21. yüzyıla gelindiğinde sanat politikalarının ekonomiye bağımlılığı daha da belirginleşti. 2000’lerin ilk yıllarında yeniden toparlanmaya başlayan çağdaş sanat piyasası 2008 yılında yaşanan mortgage krizinde bir ağır yara daha aldı. Küresel sanat ekonomisi Arap Yarımadası’nın yarattığı talebe rağmen bir türlü istenilen denge durumuna ulaşamadı. Fakat Çin, dışa kapalı geçirdiği süre içinde dünyanın en büyük ekonomik güçlerinden biri haline gelmişti ve sanata yatırım yapmayı bir ülke politikası olarak benimsedi. Böylece artık doygunluğa ulaştırılacak bir piyasa daha sisteme dahil oldu.

Museum of Modern Arts (MOMA), New York


Yeni coğrafyalar ve pandeminin etkileri

Yine de 2020 yılında yaşanan ve etkileri hala devam eden Covid-19 pandemisi günümüzde sadece sanat ortamını değil, tüm üretim ve bölüşüm sistemini değiştireceğe benziyor. Kimi ülkeler ilk şaşkınlıklarını üzerlerinden atıp hastalığa çare bulmak için çalışmaya başladıklarından bu yana geçen sürede özellikle kültür-sanat alanında çeşitli destek fonları oluşturdular. Örneğin Almanya, Kültür İçin Yeni Başlangıç (Neustart Kultur) adını verdiği bir program başlatarak salgının başlangıcından beri sanat kuruluşları için 2 milyar Euro tutarında fon dağıtmayı başardı. Kültür Bakanı Monika Grütters bu paranın “ölümcül yaralar alan kültür ortamına bir umut ışığı, bir yüreklendirme” olmasını hedeflediklerini açıkladı. Geçtiğimiz yılın Aralık ayında 396 projeye başvuru başına en fazla 35.000 Euro olacak şekilde toplamda 8.2 milyon Euro verildi. 2021’in ikinci yarısı için ise 7 milyon Euro’luk ikinci tur fonlar dağıtılacak. Yakın dönemde Brexit ile Avrupa Birliği’nden kopma kararı alan İngiltere ise 2020 Haziran ayında ülkenin kültür-sanat mirasını korumak adına, müzelere, galerilere, tiyatrolara, bağımsız sinemalara ve konser alanlarına verilmek üzere ayırdığı para 1.5 milyar Sterlin. Türkiye’de ise durum bundan oldukça farklı. 2021 bütçesine göre en çok payı alan Hazine ve Maliye Bakanlığı’na ayrılan para 570 milyar TL olarak açıklandı. Kültür ve Turizm Bakanlığı ise 6.8 milyar TL ile yetinmek durumunda.

Bakalım gelecek günler sanat politikaları adına ne gibi gelişmelere sahne olacak.

0 Comments

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.