*Bu metin, Mike Berg'ün 25.05.2024 tarihinde YUNT'ta açılan "Buraya Nasıl Geldik?" sergisinin kataloğu için yazılmıştır. Serginin "Buraya Nasıl Geldik?" başlıklı diğer katalog metni ise Gizem Gedik tarafından yazıldı.
Heykel, üç boyutlu dünyayla kurduğu fiziksel ilişkinin içeriğiyle diğer temel sanat disiplinlerinden farklı bir yere sahiptir. Düşüncenin soyut düzlemini, hacim, malzeme ve kütlenin fiziksel somutluğuyla bir araya getiren bu disiplin, gerçeğin, gerçek olduğu ileri sürülen şeylerin ya da hayallerin tasvirlerinden, bugün çok daha karmaşık bir anlamsal kurgunun olduğu kadar kimi zaman da tamamen düşünsel düzlemin, formların ve imgelerin arayışında da başvurulan bir ifade yöntemine dönüşmüştür. Heykelin gerçeklikle kurduğu ilişki, üç boyutlu algı düzleminde cisimleşmesiyle en temel öğrenme yöntemlerinden biri olan dokunma duyusu üzerinden oluşturduğu deneyim nedeniyle izleyici üzerinde benzersiz bir etkiye sahiptir. Kimi zaman gerçekliğin bir benzerini üretmeye çalışan heykel disiplini kimi zaman da soyutlamalarla gerçekliğin yeniden üretimine, bir alternatifine ya da belki de sanatçı için geçerli olan bir başka hâline hayat verir.
Güncel sanat söylemini bugün çoğunlukla içeriğe dair söylemlerdeki ilişki üzerine kursa da Mike Berg bu disiplinin içinde hâlen yeni formel ifade biçimlerinin peşindeki sanatçılardan biri. Üslubunu şekillendiren formlar, heykelin fiziksel özelliklerini, onunla ilişki içindeki kültürler, mimari, coğrafya, ekonomi ve yaşam rutinleri gibi farklı çevresel etkenlerle birlikte ortaya çıkarıyor. Berg disiplinlerin ve imgelerin birbiri içinde eriyerek tanımların, hakim söylemler tarafından şekillendiği ve özgünlüğü bu nedenle giderek tartışmalı hâle gelen güncel sanat ortamında başka bir söylemi tercih ederek, kendi odak noktalarını, hislerinin ardından giderek oluşturuyor. Onun işleri, kavramları açık ve net ifade etmeden, hatta onlar hakkındaki “kâhinliği” çoğunlukla izleyiciye bırakarak, formların açığa çıkmayı bekleyen ihtimallerini sorgulayan, onları birbiri içinde farklı kombinasyonlarla yeniden kurgulayan bir bakışın sonucunda meydana geliyor. Formların olasılıklarını malzemenin kendisiyle birlikte düşünen Berg’ün heykelleri, genellikle basit geometrik şekillerden türeyerek karmaşıklaşan, asimetrikleşen ve kendi ağırlık merkezlerini oluşturan kütlelere evriliyor. Kimi zaman bir kafesi andıran bu yapılar, bulundukları çevreyle nefes alırcasına açık ve hacimli bir biçimde oluşturduğu bağlar sayesinde hem heykeli hem mekânı hem de bu karşılaşmanın yarattığı hisleri yeniden düşünmeye zemin hazırlıyor.
Berg’ün heykelleri bu karşılaştırmaları öznel bir bakışla ve belki de bir tür meraklı oyunculukla, daima yeni olasılıkların peşinde koşan deneyci ve dinç bir algıyla yapıyor. Her form onun için yeniden keşfedilmeyi bekliyor, her mekân ise o yeni form ve hislerle test edilmeyi. Böylece sanatçı bağımsız bir zihinle, kendi zamanına göre çalışıyor; imgelerin ve formların kendini üretmesine izin veriyor. Söylemini yalnızca belli dönemler için değil, her dönem için güncel ve sanatın genel sorgusuna dahil olabilecek, görsel estetiğin temelindeki kavramlar etrafında şekillendiriyor. O süreçte belki de tek başına ama şüphesiz ki popüler olanın çekiciliğinde gizlenen zorlamalardan uzakta, kendi yaşamının izlerini açığa çıkarıyor. Böylece “gerçekleşirken” yalnızca fiziğin kanunlarına boyun eğen bu formlar, sanatçının zamanlararası anlatısının ve mekânlararası çalışma biçiminin birer örneğine dönüşüyor.
“Buraya Nasıl Geldik?” Mike Berg’ün gelişen, dönüşen, hatta işlerin ağırlığına karşın düşünsel düzlemde “göçebe” sanat kariyerinin bir özetine, onun hem zamansal hem psikolojik hem de coğrafi etkilerle başka bir şeye evrilen sanatsal bakışının farklı zamanlarda tutulmuş kayıtlarından oluşan bir sergi olarak okunabilir. Öte yandan bu yalın, süslemeden uzak, kendine özgü ve oldukça doğal bir refleksle ortaya çıkmış sergi başlığı bir yandan sanatçının eserlerindeki geçirgenliğe benzer şekilde bir başka iç-dış bağlantısını da ima ediyor. İstanbul’un alışılmış sanat rotalarının uzağında, yeni yapılarla sosyokültürel anlamda da dönüşen bir semtinde, Sultanbeyli’de bulunan YUNT’ta açılan sergi, konumlanmasıyla da popüler yaklaşımın tersine, ama onu reddetmeyen, hatta onunla birlikte var olabildiğini kanıtlayan bir bakışı ortaya koyuyor. Mike Berg’ün YUNT’un dış mekânındaki kamusal alana yerleştirilen heykeli, çevresine göre alışılmışın dışındaki kütlesi ve formuyla, onu çevreleyen yaşamla çok yönlü okumalara açık, karmaşık bir ilişki kurarak yabancılık kavramını izleyiciye sorgulatma potansiyelini taşıyo
Üslubu ve sanatsal üretiminin odağına bakıldığında, çağdaş sanat kavramının “cazip” eğilimlerinin dışındaki duruşuyla hâlihazırda bir “yabancı” olan Berg, kentin Anadolu yakasındaki çevre ilçelerinden birinde açtığı bir sergiyle bu defa İstanbul’un algısal, politik, demografik, kültürel ya da ekonomik iç dinamiklerindeki değişimle yer değiştiren ağırlık merkezlerinin ortaya çıkardığı yabancılaşmayı kendi omuzlarına yüklüyor. Berg, bu yükü malzemenin doğasına rağmen üretimindeki soyutluk, değişime açıklık ve uçuculukla tıpkı İranlı şair Sohrab Sepehri’nin dizelerindeki gibi bir hafiflik içinde karşılıyor: “Hayat, bir göçmen kuşun yabancılık hissidir.”1 Fakat yabancılığın katmanları bununla sınırlı değil. Yeni yapılaşmanın çehresini günden güne değiştirdiği bu semt, dönüşen diğer tüm semtlerde olduğu gibi, bir yabancılık sorgusu içindeyken, önceki sergilerinde bu konuları mercek altına alan bir sanat alanında Berg’ün işlerinin gösterilmesi, kent eksenindeki bir uzlaşı zemininin adımlarından biri olarak düşünülebilir.
Benzer bir uzlaşı veya karşılıklı anlaşma çabası sanatçının iki kiliminde de bulunabilecek şeylerden biridir. Üzerlerine Mike Berg’ün soyutlamaları işlenmiş bu kilimler, bir yönüyle sanatçının uzun zamandır tanıklık ettiği Türkiye’ye özgü kültürle kurduğu bağı ve bu kültürü kendi perspektifinden nasıl yorumladığını gösterirken, diğer yandan onu yalnızca bir disipline odaklamayan farklı düşünce yöntemlerini ya da farklı ifade biçimlerini samimi bir deneysellikle izleyicisine sunuyor. Kilimler tıpkı bir dostluk nişanı gibi duvarlarda yerlerini alırken Berg, bu eserlerle artık her seferinde biraz onlardan birine dönüştüğü “yabancılardan” öğrendikleri için sanki onlara yine onların dilinde teşekkür ediyor.
Sanatçının bu sergi için ürettiği “Piramit” adlı heykel ise tam da sergi başlığını çağrıştıracak şekilde, sanatsal bakışının başlangıcından bu yana nereye geldiğini; yaşadıkları, öğrendikleri ve deneyimledikleriyle nereye evrildiğini, geçmiş dönemlerinden izler taşıyan eserlerinin de referansıyla tartışmaya açıyor. Berg’ün, daha önce ürettiği, bir örneği de sergi mekânının dışına yerleştirilen kafeslerinden farklı bir biçimde düz yüzeylere sahip bu heykel, ağır, hantal bir blok, brüt, yontulmamış, ham bir kütle izlenimi verirken diğer yandan aynı zamanda tıpkı yine önceki dönem işlerinde olduğu gibi asimetrik yapısını ve sanatçının sırtını sade bir rastlantısallığa dayayan soyut geometrik üslubunu koruyor. Bu defa içini bize açmayan, kalın zırhı ve tedirgin edici cüssesiyle beton savanların ortasındaki metal bir beyaz gergedan veya yerini bulamamış, kırıldığında içinde ne sürprizler sakladığı bilinmeyen bir kayayı, hatta formu bilinçli olarak bozulmuş kadim bir monoliti andıran bu yapı belki de sanatçının hakim söylem karşısındaki duruşunun bir yansıması olarak okunabilir. Bir kez daha paradoksal bir şekilde “yabancı” olan ve zamanla aşina hâle gelerek izleyicinin zihninde kendi gediğini yaratabilecek bu direnç anıtı, amorf bir karakutu gibi sergideki diğer tüm işlerle birlikte, Berg’ün ardında belki de doğduğu toprakların çok uzağında bıraktığı önemli izlerden birine dönüşüyor.
Mike Berg’ün son dönem işlerini bir araya getiren “Buraya Nasıl Geldik?” sergisi, bilinen sembollerden bağımsızlaşmayı başaran, sadece oluşturduğu referanslar ve düşünme biçimleriyle ilerleyen bir anlatım diliyle kendini yalnızca meraklı izleyicilerine açıyor, heykelin anlatısını mekân, çevre, kent, zaman ve dönüşüm kavramıyla bir arada düşünmeyi mümkün kılıyor.
Göçmen kuşun karşısında bir beyaz gergedan duruyor ve beyaz kuşun karşısında göçmen bir gergedan; kavramlar birbirinin içinde, zaman akışkan bir bütün. Yüzdüğümüz bu okyanusun neresindeyiz ve kimiz tam olarak bilemiyoruz.
Buraya nasıl geldik?
1 Sohrab Sepehri, Bütün Şiirleri (2022), Kapı Yayınları, Çev. İsmail Söylemez, s.159
*Bu metin Hasan Deniz'in 30.04.2024 tarihinde Millî Reasürans Sanat Galerisi'nde açılan "Hakiki Hikâyeler" sergisi için yazılmıştır.
Anlamak ve anlatmak yaşamlarımızı anlamlı hâle getiren, bizi gerçekleştiren dürtülerin başında gelir. Dünya tarihi bu karşı konulmaz isteğin peşinden giderek, düşüncelerini kimi zaman özgürce kimi zaman da baskı altında olmasına rağmen ifade eden insanların hikâyeleriyle dolu. Anlatmak için yaşıyor, günün her anında -hatta uykuda bile- yeni şeyler düşünüyor, bunları birbiriyle ilişkilendiriyor, birleştiriyor ve bunlardan yeni fikirlere çıkıyoruz. Gördüğümüz veya duyduğumuz bir şeyi, bir başka duyumuzla algıladığımız farklı bir bilgiyle yan yana getiriyor, bunları düş gücümüzün de yardımıyla işliyor, ondan yeni şeyler üretiyoruz. Görsel, sözlü ya da yazılı bir biçimde oluşturduğumuz bu türetimler (mutasyon1), deneyim ve his bütünleri zaman içinde hikâyelere dönüşüyor. Bizler kendi hikâyelerimizin yazarları, başka hikâyelerin ise anlatıcıları veya manipülatörleriyiz.
Hikâyeler bu alışılmış anlatı yapısı içinde gerçekliği göstererek anlatan didaktik sayılabilecek aktarım yöntemlerinden farklıdır. Çünkü hikâyeler bir şeyi net ve bütüncül şekilde aktarmak yerine onu benzetmeler ya da algısal yakınlıklarla tanımlamayı seçerek alımlayanın zihninde belli boşlukları kullanır. Bu bilinçli bırakılmış boşluklar (örneğin bir hikâyede bahsedilen beyaz bir güvercinin neye benzediği, bir bölümünde tanımlansa bile zihnin önceki bilgileriyle veya onun nasıl görünebileceğine dair akılsal bir çıkarımın sonucuyla) doldurulacak, böylece hikâye daha önce hiç olmadığı bir forma ve anlatıya, alımlayanın varlığıyla kavuşacaktır. Aynı hikâye yorumun gücü ve öznelliğiyle çeşitlenecek, zamanla birikip aktarılarak kültürel bir öğeye dönüşecek, belki de zamanla kanonun bir parçası olacaktır.2 Hayal gücü öyle veya böyle işin içine girebilecek, içine sızabilecek çatlağı bulur veya yaratır. Çeşitliliği sağlayan da bu şekilde yine başka bir boşluk, bir ihtimaldir. Bu da bizi yorumun ve algının temelindeki soruyla karşı karşıya bırakır: Gerçek nedir ve hakikat nasıl tanımlanabilir?
Bu sorular Loukianos’un 2. yüzyılda yazdığı, kurgusal fantazmanın3 ilk örneklerinden “Hakiki Hikâyeler” adlı anlatısının ortaya çıkmasında etkili olmuştur. Absürtlükleri ve “gerçek dışı” öğeleriyle tarihin bilinen ilk bilimkurgu eseri kabul edilen bu anlatı, hem düşüncenin düş gücüyle bağlantısına hem de zihnin üretebileceği olasılıkların sınırsızlığına güçlü bir örnektir. Loukianos, yapıtın henüz giriş bölümünde Homeros’a referans vererek, onun görmediği topraklar hakkında yazabildiğini ve bunun gerçekliği sorgulanabilse dahi hakiki bir anlatı oluşturabildiğini yazar.4 İşte bu nedenle o da kendi düş gücünü kullanarak gerçekte var olmayan yerlere, insanlara, varlıklara, olaylara ve zamanlara dair, kendi hikâyelerini, varlığı kanıtlanamayacak anlatıları yazmaya karar verir. Zihninin derinlerine doğru yaptığı bu ironik ve arkeolojik sınama onun hakikat kurgusundaki dayanak noktasını oluşturacaktır.5
Fantazmanın içinde bulunduğu kurgusal anlatılar tıpkı Loukianos’un metninin başında yaptığı gibi gerçekten yaşanmadığı belirtilse bile nasıl hakikatin kendisine dönüşebilir? Öyleyse her gerçek hakiki olmayabileceği gibi her hakikat de belki gerçek değildir. Veya belki sözü uzatmadan şunu söylemek daha doğru olacaktır: Sanat ya da yorum yoluyla oluşturulan hakikat çoğu zaman -günümüzün hakikat-sonrası (post-truth) bakış açısının ürünü olan fikirler de bu nedenle ironik ve paradoksaldır6- kişiseldir ve ihtiyacı olan gerçekliği başka bir anlatıya fırsat vermeden kendisi yaratır. Bu anlamda sanatçı, ürettiği özgün düşünme biçimleriyle, indirgemecilikten ısrarla uzak duran hakikatlerin üreticisi konumundadır. Onun gerçekliği ise “sentezlediği” hakikatini yansıtan, ona aracılık eden ve artık inkâr edilemez bir biçimde cisimleşen sanat eseridir. Sanat eseri de bu yolla sanatçının hakikatinin izlerini, belirgin, bazen de imalı bir biçimde izleyiciye taşıyan, onun bilincini, bilinçaltını ve hatta bilinçdışını çeşitli anlatı bedenlerinde gerçekleştiren anlatılardır.
Hasan Deniz’in kitapla aynı başlığı taşıyan “Hakiki Hikâyeler” adlı sergisi, fotografik göstergeleri ve teknikleri kullanarak bir yönüyle kurmaca diğer yönüyle ise tamamen “gerçek” bir yaşamın, kişisel kültürel hikâyelerin izlerini taşıyor. Aslında oldukça bilinçli bir seçkiyi açık bir zihinle oluşturulmuş bulanık bir ilişkisellik içinde izleyiciye sunan sergi tüm bunları sahici bir tesadüfilik izlenimi içinde yapmayı başarıyor. Fotoğraf, Hasan Deniz’in gerçeklik ve hakikat arasında kurduğu ilişkinin hem aracısı hem de işbirlikçisi. Bir tür belge olarak algılanmaya ve bu yolla gerçek bir gerçekliği aktardığı düşünülebilecek inandırıcılığın sınırlarını zorlayan bu disiplin, Deniz’in ellerinde anlatılmayan bir tarihin kimi zaman dolaylı kimi zaman ironik kimi zaman da kriptografik kayıtlarına dönüşüyor. Hareketin bulanıklığını veya geçmişin yıkıcılığını taşıyan insan yüzleri, duyular ve zamanlar arası bir dil kuran, bazen de “sıradan” manzaralara bilinçli bir biçimde gizlenmiş detaylar, ekseninden ya da oryantasyonundan kaymış, konusuna olan mesafesini yeniden ayarlamış kadrajlar, sanatçının söylemini şiirsel bir yalın yoğunluğa yaklaştırıyor.
Bu biçimiyle fotoğraflar, sanatçının ayrıntılarda gizlenen ve tam olarak asla açık edilmeyen, izleyici için (bazen de sadece sanatçının kendisi veya belli bir muhataba yönelik yerleştirilmiş) imgeler ya da sembollerle değişken bir kişisel arkeolojinin muğlak buluntuları hâline geliyor. Her ne kadar eserlerin ardındaki hikâye veya hikâye parçaları sanatçı tarafından bilinse de izleyici başı ve sonu net sınırlarla çizilmemiş, ucu özellikle açık bırakılarak tahminlere yer açan bu iz sürme durumundayken o arkeolojiye yeni bir katman ekleme, belki de eserin içeriğindeki anlamı yeniden kurgulama ihtimaliyle karşı karşıya geliyor.
Fotoğraf: Kayhan Kaygusuz
Deniz’in fotoğrafın gerçeklik algısını ve otoritesini dilediğince eğip büken, esneten, saptıran ya da yeniden kurgulayan, göstermecilikten uzak, somutu soyutla aratan üslubu, her eserde kendi hakikatini oluşturduğunun ve bu hakikatin mecranın ima ettiği anlam biçimlerinin dışına çıkarak yorumu -kimi zaman tesadüfi bir biçimde ortaya çıkan- olasılıklara açtığının en önemli göstergelerinden biri. Bu tip bir hakikat, değişken, uyumlanabilen, dönüşen ve yeniden okunabilen yapısıyla sergiyi sadece sanatçının kişisel yaşamına yönelik bir merak nesnesi, hatta neredeyse bir nadire kabinesi (ya da bir camera obscura) olmaktan çıkararak, izleyicinin bakışına göre şekillenen, böylece olanlar kadar olasılıkları da ifşa eden, gerçeklikten beslense de belki de hiç bilinmeyecek, ancak hayal edilebilecek ve bu yolla hakikatini kurgulayan bir anlam bütünlüğüne evriliyor.
Notlar:
1 DNA’nın genetik mutasyonu üç farklı yöntemle ortaya çıkar: Ekleme, eksiltme ve değiştirme. Teorik olarak bir canlının yeni uzuvlar kazanması ya da uzuvlarının değişmesi mutasyonla ortaya çıkabileceği gibi tüm bedeni sararak en sonunda onu öldüren kanserli kitleler de mutasyonun bir sonucudur. Benzer bir durum düşünce ve anlamın üretiminde de geçerlidir. Her türetim anlamlı değildir ve hatta kimi düşünceler temel aldığı fikri çürütme amacıyla ortaya atılmasalar bile onu yok edebilir. Dolayısıyla düşünme biçimleri anlam ile algı üzerinde belirleyicidir ve bu da hikâyelerin büyük gücünün göstergelerinden biri olarak kabul edilebilir.
2 Antik Yunancada “ölçüm çubuğu, standart birim” anlamlarında kullanılan kanon (κανών) kelimesi, zamanla ölçüt, kanun anlamlarına evrilmiştir. Bir eserin yorumlanmasındaki çeşitlilik zamanla belli ortak motiflerin ve bağlantıların ortaya çıkmasını sağlayabilir. Böylece başta marjinal olarak adlandırılabilecek bir düşünme biçimi, ileride oluşabilecek kanonun şekillenmesinde rol oynayabilir. Bu da eleştirel bakışın temelindeki bütüncül okuma için çeşitliliğin ve hatta karşıt görüşlerin bir arada olmasının gerektiğini ortaya çıkarır.
3 Bu kelime bu metinde, kendisi yerine kullanılabilecek hayal gücü tanımından etimolojik bir ima sayesinde ayrılır ve hayal gücü içinde gizlenen karanlık çağrışımları özellikle işaret eder. Fantazma Yunanca phainein (göstermek) kelimesinden türeyerek günümüzde “yanıltıcı görüntü” anlamına evrilmiştir. Phantom (görülen hayal, serap hatta hayalet) kelimesi de aynı kökten türemiştir. Bu metinde ise fantazma kelimesi, her iki anlamı da düşündürmesi için özellikle kullanılmıştır.
4 Loukianos bu anlatı yöntemini kendine özgü alaycı bir üslupla “madrabazlık” olarak tanımlarken aslında kendi eserini de eleştirel bir bakışla sorgular. “Başka pek çokları da, aynı surette, sanki kendi yurtlarından çıkarak gezip görmüşçesine, yabani hayvanların cüsselerinden, insanların vahşiliğinden, hayatların acayipliğinden bahseden eserler yazdılar. Bunların piri ve bütün bu madrabazlığın üstadı Homeros’un Odysseus’udur (...)” (Loukianos, Hakiki Hikâyeler, İş Bankası Kültür Yayınları (2023), Çev. Erman Gören, Ertuğrul İnanç. (s.2)
5 Loukianos, ünlü Epimendes paradoksuna da böylece bir gönderme yapar: Tüm Giritlilerin yalancı olduğunu söyleyen bir Giritliye inanmalı mıdır?6 Tüm fikirlerin aynı anda hem olası hem de olasılık dışı olduğunu, gerçekliğin yalnızca stratejik bir işlevsellikle ölçüldüğü hakikat-sonrası kavramı, tanımsal boşlukları yeni fikirlerin ortaya çıkması için değil, tam tersine bir muğlaklık üreterek belirsizlikten doğan bir korku yoluyla engeller. Bu nedenle yorum hakikat-sonrası için sanatın tersine bilinçli ve kısırdöngüsel bir ilerleme stratejisidir.
*22.02.2024 tarihinde Bilsart'ta açılan, Sena Başöz, Didem Erbaş, TUNCA, Merve Ünsal ve Yoğunluk'un eserlerini Sinan Eren Erk küratörlüğünde bir araya getiren serginin küratöryel metnidir.
“Kesin kararlara ulaşma arzusuyla iyilik ve kötülüğün,
gerçeklerin, düşüncelerin ve çelişkilerin sonsuz devinim
içindeki uçsuz bucaksız okyanusuna atılmış
talihsiz, zavallı bir mahluktur insan!”1
Hareket kavramı hayatımız boyunca karşımıza farklı biçimlerde çıkar. Gündelik eylemlerimizden birçoğu, hareketin dönüşümlere açık ve akışkan doğasını anlatan örnekleri oluşturur: Mesela yürümek fiziksel, düşünmek ise psikolojik birer harekettir. Kalbimizin atışı, nefes alıp vermek, bir kapıyı açmak için elimizi uzatmak, zihnimizde kendimizle konuşmak ya da o gün ne yiyeceğimize, eve hangi sokaktan geçerek gideceğimize karar vermek kendiliğinden gelişen, çoğu zaman farkında bile olmadan yaptığımız eylemlerdir. Ancak bu şekliyle basit gibi görünen tanımlama, derinlere inildikçe karmaşıklaşır. Hareket, zamanda kendine verdiği ileri ya da geri referanslarla –biz bunlara tarih ve gelecek deriz– kendini çoğaltır, kopyalar, uyarlar ya da değiştirir. Süregelen ya da süregiden olabilir. Hareket, aynı anda hem başlayan hem de biten veya yönü farklı olsa da sonucu benzeşen, birbirinin giysilerine bürünen, seslerini taklit eden, farklı örneklerin bir araya geldiği zapt edilemez, durdurulamaz bir kavramdır. Belki ancak yavaşlatılabilir, o da şaşkınlık veya ilk şok atlatılana kadar.
Sena Başöz, Kutu (2020), tek kanallı video, 4'31"
Fiziksel hareketin engellendiği durumlarda bile zihinsel hareket devam eder; tam tersi zihinsel hareketin sınırlandırıldığı durumlarda da geçerlidir. Fransız Devrimi sırasında giyotinle idama mahkum edilen Antoine Lavoisier, başı bedeninden ayrıldıktan sonra yaşamaya bir süre daha devam ettiğini kanıtlamak için bir başka hareket biçimine, düşünceye dönüşmeden önce kalabalığın arasında bulunan arkadaşı matematikçi Lagrange’a göz kırparak fiziksel hareketini sonlandırmıştır. Zihinsel hareketliliğini yitirmiş, örneğin bilinci kapalı şekilde koma durumunda yatan birinin bedeni her şeye rağmen kıpırtı düzeyinde olsa bile hareket etmeyi sürdürür. Fiziksel temelli hareket yaşamın, hayatta olmanın ve hayatta kalmanın en önemli fonksiyonlarından biridir. Ancak hareketin sınırları kimi zaman yaşamın olmadığı yerlere ve zamanlara da genişler. Bugün artık yaşamayan insanların hâlâ hatırlanmaları da bu defa düşünsel düzlemdeki bir hareket türü olarak kabul edilebilir.
Ancak bu düşünce rahatlıkla düşülebilecek bir tuzağı da beraberinde hızlıca getiren bir kapıyı aralar. Hareket düşüncesi, içinde yaşadığımız yoğunluk ve yorgunluk toplumunda, kendi içini oyacak şekilde sıklıkla altı boş bir romantik bakışın öznesi hâline gelebilir, sığ bir nostaljiyle yorumlanabilir. Bunun yanında hareketi yalnızca fiziksel bir tanımlamaya hapsetmek ve tüm alt anlamları bu bakıştan türetmek de benzer bir tuzaktır. Oysa hareket, yansıtma ve benzeşme unsurlarını kullanarak ilişkisellik yoluyla bir anlama ve açıklama işlevine kavuşabilir. Olasılıkları yok saymayan bu görüş, sunduğu çoklu perspektifle bakış açılarımızı değiştirmeyi, algılarımızı şekillendirmeyi ve anlamın yönünü “yeniden ayarlamayı” teklif eder. Geçmişten geleceğe doğru alışılagelmiş çizgisel kronolojiyi sekteye uğratabilir ya da tam tersi yönde bir okumayı önerebilir.
TUNCA, Latif Maharet (2021), tek kanallı video, ses ile, 4'38"
Öte yandan hareket, ona kimi zaman atfedilenin ötesinde bir şiirsellik taşır. Her hareket bu ister kıtaların yerinden kaymasıyla, ister tarihi bir lise binası önünde her hafta sonu kayıplarını arayan ve anan annelerin sesinde hayat bulsun, içinde hep uyku hâlinde uyanmayı bekleyen, duman gibi hafif, uçucu ama yoğun başka olasılıkları barındırır. Bu nedenle hareketin üzerinde düşünmek, onu neredeyse bir psikolog, hatta bir dedektif dikkatiyle incelemek, doğasını, yönünü, zamanını ve etkilerini anlamak için büyük ipuçları verir. Apaçık ortada olduğunu sandığımız hareketin içinde saklı anlamlar onun paradoksal karakterini tamamlar ve tanımların netleşmediği, sınırların katılaşmadığı bir anlamı ifade eder. Onu keskin kontrastlardan, indirgemecilikten, tanımların esaretinden kurtarır. Hareket ancak böyle bir bakışta gerçek kimliğini bulur; dondurulmuş, sabitlenmiş, yerleşik algıların, kültürel kodlarla şekillenen ön yargıların kabuğundan sızar ve doğal durumuna, akışkanlığa kavuşur.
Merve Ünsal, /ya da ufuk çizgisi sadece bir çatlak mı (2021), video, 0'35"
Aşikâr Hareketlerin Gizli Hâlleri farklı sanatçıların söylemlerinde araçsallaştırdıkları hareket kavramının içeriğini ve doğasını koruyarak, eserler arasındaki ilişkinin ortaya çıkardığı bağlantıları, kesişimleri, ayrışmaları, benzeşmeleri, kısmen birbirine dönüşümleri, bazen de bir diğerinin antitezi olmalarını, yalın, dolaysız bir kurguyla ele alıyor. Sanatçıların kendi başlarına var olan, ayakta duran söylemlerini küratöryel bir “farz edelim ki” (what if) senaryosuyla karşı karşıya getiren sergi, bu şekliyle kendi bakışındaki çatlakları yaratmaya ve onlardan sızarak yeni bir söylemi mümkün kılmaya çalışıyor. Eleştirel yaklaşımı, küratöryel çerçeve ile sanatçı, sanatçı ile eser, ve eser ile yine eser arasında kurmaya zemin hazırlayan Aşikâr Hareketlerin Gizli Hâlleri sergisi, bu yönüyle okuma düzleminin çizgiselliğini de değiştirerek, izleyiciyi her söylemin birbirinin öncülü ve ardılı olabileceği, dolayısıyla birbirinin yeni ifadelerine dönüşebileceği, birbirini neredeyse aynalayabileceği bir olasılık okyanusunda yolunu bulmaya bırakıyor.
Yoğunluk, Bünyad-ı Zemin (2020), video, 2'30"
1 Lev Tolstoy, Tipi - Seçme Öyküler Ve Masallar, İş Bankası Kültür Yayınları, Çev. Enes Taştan (2021) Prens D. Nehlüdov’un Notlarından, Luzern bölümünden.
*Bu metin Ahmet Rüstem ve Hakan Sorar'ın 2.12.2023 tarihinde Bilsart & monoco'da açılan "Rest in Pieces" sergisi için yazılmıştır.
İlişkiler zordur. Özellikle zorunda kaldığımız ilişkiler. Öncelikle ailemizden başlarız aslında bu zorunlu ilişkilere. Çünkü ailemizi seçme şansımız yoktur. Dünyaya geliriz ve dünyaya geldiğimiz andan itibaren belli bir insan grubunun hem kültürel hem fiziksel şekillendirmesi içinde o bağları oluşturmaya ve kendimizi anlamaya başlarız. Zaman geçtikçe ve büyüdükçe önce ailemizle başlayan, sonra çevremizle devam eden ortamın içinde şekillenmeye başlarız. Bu sadece kültürel bir şey değildir, aynı zamanda fiziksel olarak da bizi etkiler. Ama zihinsel yönde, özellikle önyargıların oluşmasıyla dünyaya bakış açımızın şekillenmesi de yavaş yavaş ortaya çıkar. Biz bütün bu ilişkileri aslında bir zorunluluk temeli ile yaparız. Çünkü bir toplum içinde yaşarken çoğunlukla bu toplumun gereksinimleri içinde neyi kimden, nasıl alacağımıza ve onlara ne sunacağımız da karar veremeyiz. Belli bir sistem vardır ve o sistem devam etmek zorundadır. Özellikle bugünün neoliberal neo kapital, prog kapital ve hatta post kapital dönemlerinde bütün ilişkiler belli bir adanmışlık üzerinden devam eder. Örneğin evinizden çıkıp köşedeki markete gittiğiniz zaman buradaki kasiyerin kim olduğunu bilmezsiniz ama orada vardır. Aynı zamanda o kasiyer de bir müşteri olarak sizi seçemez ve siz orada varsınız dır ve bir ilişkiyi sürdürmek zorundasınızdır. Bu toplumsal hayatı elbette belirleyen temel normlardan biri ve o toplumsal hayatın devam etmesi için ortaya çıkan doğal sonuçlardan da biri. Ama bunun toplumsal taraftaki etkileri üzerine düşünmeye başladığımızda, bugün şekillenen zihniyetin veya önyargıların arkasındaki fikirleri biraz daha anlayabiliriz gibi. Bu zorunlu ilişkilerde bir seçim şansının en aza indiği, hatta hiç olmadığı ilişkilerde toplumsal normları ve bakış açılarını anlamak için önemli ipuçları var. Bir doktor ve hasta ilişkisi, avukat ve müvekkil arasındaki ilişki, anne baba ve çocuk arasındaki ilişki ya da toplumdaki herhangi biriyle yolda karşılaştığımız anda sınırlı sürelerde kurduğumuz ilişkiler bunların örnekleri olarak sayılabilir.
Bunlar hem hayatımızı devam ettirmek için ihtiyacımız olan şeylerden birkaçı hem de günün sonunda aslında akıl sağlığımızı da biraz koruyabilme mizi sağlayan şeylerden biridir. Ancak aslında sistem tam olarak böyle işlemiyor. Gündelik hayatımızda insanın kendi olduğunu anladığı zaman aslında seçimlerini yapabildiği zaman gibi düşünülebilir. Bu anlamda ilişkiler bazında da biz ancak kendi seçimlerimiz ile etrafımızdaki topluluğu ya da yaşadığımız koşulları belirlediğimiz andan itibaren gerçekten özgür olmaya ve kendi kişiliğimizi tamamlamaya da başlarız. Ancak bu noktada önceden öğrenilmiş bir takım yargıların, fikirlerin ve keskin köşelerin yavaş yavaş örgütlenmesini de gerektirir ki işte zaten hayatın içinde belki de özgürlükle esaret arasındaki dengeyi belirleyen şey de burada karşımıza çıkabilir. Dolayısıyla seçilmiş ilişkiler üzerinden kurulan bir yapıyı anlamak, belki çoğunlukla bugünün modern toplumunu ve hatta sanatı anlamak için önemli bir yer teşkil ediyor. Ahmet Rüstem ve Hakan Sorar’ın neler yaptıklarını, daha önceki sanat pratiklerini aslında bir süredir takip ediyorum ve bugüne kadarki gelişimlerini de ve dönüşümlerini de anlamak benim için büyük bir keyif. Bunu hem bir küratör olarak hem de bir yazar olarak, hem de bir noktada onlarla beraber bir yakınlık, bir arkadaşlık, bir dostluk kurabilecek konumdaki bir insan olarak görmek aslında topluma olan inancımı da bir noktada arttırıyor ve aynı zamanda tabii sanata olan bakışımı da biraz şekillendiren şeylerden bir tanesi halinde. Sanatçıların hem zihinsel hem de pratiklerinde değişimi görmek elbette hem bir sanat profesyonel olarak hem de gerçekten sanatla ilgili biri olarak benim için bir ayrıcalık ve bu anlamda da onlara yakın olabilmek.
Genel anlamda hem sanatçılara hem de sanatla ilgili diğer insanlara yakın olabilmek. Bir algıyı da şekillendiren, benim de kendi geçmişimle ya da kendi yaptıklarımla olan bağlarımızı ve yerleşik bir takım düşüncelerimi de sorgulayabilir, yeni bir alan açıyor. Ressamın sergisine aslında bu yönden yaklaşmak istiyorum biraz. Çünkü seçilen bir ilişki modeliyle zorunluluklar arasında kurduğu bağ, bence sanatçıların kişisel gelişimleri ve pratikleri özelinde düşünüldüğünde bambaşka bir yere doğru çıkabilecek bir okumaya yol açıyor. Dolayısıyla serginin içeriğine dair nasıl bir katkı yapabilirim diye düşündüğümde de bunu onların pratiklerine yaklaşarak elimden geldiğince ve kalıpları bozmaya çalışarak yapabileceğimi düşündüm. Ve ortaya da bu yazıya dönüşen sonrasında ses kaydı çıktı. Şimdi bunları biraz nedenleriyle açıklamak istiyorum. Ses sergisi en başında konuştuğumuz zamandan beri bana onların nasıl düşündüğünü anlatan bir pratiğin başlangıç noktasıydı. Çünkü süreçte serginin hangi aşamalardan geçtiğini görebildim ve bugüne kadar çoğunlukla bitmiş eserler üzerinden yorumladığım pratiği tam olarak içinde yaşayarak bir gelişim süreciyle yorumlama ve bu nedenle sanatçıları da daha iyi anlama şansına sahip oldum. Böyle bakıldığında zaten bu kaydın da neden bir sohbet formatında, bir konuşma formatında olduğu biraz ortaya çıkmaya başlıyor. Çünkü ben de bu noktada kendi fikirlerimi sınırlamak ve biraz da aslında zihnimde olan fakat çok kurallı bir şekilde kağıda dökmek istemediğim ve içimden geldiği gibi ifade etmeye çalıştığım bir zeminde konuşmayı daha değerli buluyorum. Hakan ve Ahmet'in bu yeni sergisi aslında temelleri çok insani yerlere dayanıyor ve tarihle, coğrafyayla, geleneklerle ve algılayış biçimleri ile ilgili önemli bir takım sorgulara işaret ediyor.
Güzel olan taraflarından bir tanesi, serginin bu sorguların sonunda net bir cevaba çıkmaya çalışmaması. Fakat sorguların kendisinin gerçekten zihni bulandıran, silecek ve yeni sorulara insanları sevk edebilecek izleyicileri deneyimleyen, veri sevk edebilecek bir yapıda olması. Bu anlamda tarihsel gerçekleri veya tarihsel gerçek olarak önümüze sunulmuş bir takım fikirleri ve yargıları yeniden yorumladıkları ve bunu dijital araçlarla yaptıkları bir süreci görebiliyoruz sergide. Bunun önemli taraflarından bir başkası da bütün bu sürecin aslında sadece kişisel fikirlerden değil, aynı zamanda bilimsel temellerden ve tarihi bir takım belgelerden yararlanılarak ortaya konması. Sergi aslında Domaniç bölgesindeki kurbağalar üzerinden şekillendirdiği bir fikre dayanıyor ve buradan ilerleyen ve şekillenen ve çeşitlenen ve aslında zihinlerinde daha önce belki yer alan ve sergi ekledikleri fikirlerle beraber büyüyen bir yapıda. Bu kurbağalar enteresan bir yapıya sahip çünkü çiftleşmek için belli bir mesafeyi kat etmeleri gerekiyor ve bu mesafeyi kat ederlerken dişiler erkekleri sırtında taşıyorlar ve o bölgeye bu şekilde ulaşıyorlar. Şimdi buna bakıldığında enteresan şeylerden bir tanesi burada bizim bugün en çok sorguladığımız şeylerden bir tanesi belki çağdaş dönemlerde ataerkil sistem ya da toplumsal cinsiyet içindeki toplumsal cinsiyet çalışmalarını yönlendiren. Eşitsizlikler, denge bozuklukları ve bu sistemin nasıl doğada işlediği üzerinden yaptığımız sorgu. Böyle bakıldığı zaman kurbağaların belki yazının bile olmadığı zamanlarda bu yolculuğu o bölgede yaptığını düşünebiliriz. Fakat daha sonrasında hem sanat eserleri üzerinden hem de daha sonrasında yazılı kaynaklarla bu kurbağaların yolculuğu ve yaptıkları eylemin sonucu biraz biraz gün ışığına çıkmaya başlıyor.
Bu da zaten bakıldığında yine işin enteresan taraflarından bir tanesi. Çünkü sanatın aslında yazıdan, edebiyattan. Bugün ara dil olarak kullandığımız, her şeyden önce ortaya çıkan formlardan biri olduğunu görüyoruz. O dönem yapılan onlar ve o tonlar üzerinde ki işlemeler, oradaki süslemeler aslında bu kurbağalar hakkında bize fazlasıyla bilgi veriyor. Hakan ve Ahmet de bugüne o kurbağaları ve o kurbağa formlarını taşıyarak bize yeni bir hikaye anlatıyorlar. Ama bu defa dijital teknolojiler üzerinden bunu yapıyorlar. Dolayısıyla aslında ortaya çıkan şey. Tam olarak bir yorumlama ve sanatsal ifade pratiği. Ve bu şekilde bakıldığında da işlerin o günden bugüne nasıl okunabileceği ve nasıl değiştirilebileceği hakkında önemli ipuçları var. Öncelikle bu onların ya da bu formların bugüne gelirken hangi aşamalardan geçtiğini görebiliriz. Dijital baskılar, üç boyutlu baskılar, üç boyutlu modelleme yöntemleri ve kille yapılan baskılar bu tarz bir yapının ortaya çıkmasında önemli etkenlerden bir tanesi. Bu ne demek aslında? Bugün günümüzdeki gerçeklik algısı ya da kurumsallık algısına büyük bir göndermesi var. Çünkü bir örnekle hemen anlatabilirim bunu. Örneğin bir galeride gördüğünüz bir sanat eserinin gerçek olup olmadığı konusundaki şüpheleriniz aslında bir noktada, gerçek bir noktada değil. Neden? Çünkü gördüğünüz sanat eseri eğer diyelim ki çok özel ve çok kırılgan bir eser ise belki de o müzede gördüğünüz şey o eserin gerçeği değil, iyi bir replikası olabilir. Bunun belli pratik nedenleri var. Bu hem o eserin zarar görmemesi hem de iyi korunabilmesi adına yapılan bir şey. Böyle baktığınızda o eserin kendisiyle sizin algınız arasında kurduğunuz bağ, eserin gerçekliği ya da kurgusal üzerinde net bir anlam ifade ediyor.
Yani o eser eğer gerçek olmasa bile siz onu gerçek olduğuna inandığınız andan itibaren gerçekliği doğru ilerliyorsunuz. Ve eğer bu çok aslına sadık bir replika ise ve siz bir takım kimyasal yöntemlerle o eserin gerçek olup olmadığını, o dönem yapılıp yapılmadığını anlayabilecek durumda değilseniz, işte o zaman aklınızdaki ideali oluşturmaya başlayan, aklınızdaki fikri oluşturmaya başlayan şeylerden bir tanesi de gerçeğe dönmüş oluyor. Dolayısı neyin kurgu neyin gerçek olduğu burada ayrılan şeylerden bir tanesi bir. Bir diğeri de oradaki eserle kurduğunuz bağın sizi bugün nereye yönlendirdiği. Bugün Hakan ve Ahmet'in yaptığı işleri, kullandıkları yöntemleri baktığım zaman gördüğüm şey aslında orada bize sanatçılar tarafından iletilen bir mesaj varsa eğer, onun arkasındaki politik, ekonomik ve anlatı sal katmanlarının varlığı. Bu kısaca şu demek aslında bir sistemin işleyebilmesi için, yani toplumsal yapının devam edebilmesi için belli önyargıların ya da belli kalıpların varlığının devam etmesi gerekiyor. Yani kısaca aslında bu bir itaat mekanizmasının varlığı demek. Buradaki işlerde ise o itaat mekanizmasının ne kadar kırılgan olduğunu, ne kadar değiştirilebileceğini ve aslında anlatılabilecek farklı hikayelerin de var olduğunu görüyoruz. Yani belki bir milli tarih okuması üzerinden bunu düşündüğümüzde daha iyi anlayabiliriz. Yani bir ulusun kendi iyiliğini, kendi düzenini devam ettirmek için anlattığı şeylerde belli şeylerin, belli bölümlerin kesildiğini, değiştirildiğini düşünebiliriz. Bu aynı zamanda toplumsal ilişkiler için de geçerli. Fakat bireysel anlatılar çeşitli indikçe ve kurgu saflıkla aralarında paralellikler kurup, oldukça geçmişle paralellikler kurup oldukça yeni düşünce biçimleri de ortaya çıkabilmekte, başlıyor. Bu da aslında toplum içindeki özgürleştirici ve dengeleyici unsur gibi gözüküyor bana.
Özellikle toplumsal cinsiyet çalışmalarında son dönemde sıklıkla değinilen şeylerden bir tanesi de tarihin yazılırken bu atanmış cinsiyet kavramlarının nasıl ifade edildiği Aslında zaten bugün zorunlu ilişkileri oluşturan şeylerden bir tanesi de bu temelde gerçekleşiyor. Öyleyse anlatının yönünü ve anlatının içeriğini biraz okumakta fayda var. Bugün baktığımızda özellikle onların söylediği şeylerden bir tanesi, yani sergi içinde bir mezar taşı üzerinden bizim gözümüzde çok daha net canlanıyor. Burada tarihte farklı insanların bugün LGBTİ üzerinde kavramsallaştırma sığmış. Fakat geçmiş dönemlerde, hatta antik çağlarda bilinen ve toplum içinde entegre şekilde yaşayabilen insanların nasıl özellikle ölüm sonrasında kategorize edildiğini ve bunun yine toplumun gidişatı için hangi kurallarda algılandığını gösteren bir yapı var karşımızda. Daha önceki mezar taşlarını incelediklerinde Hakan ve Ahmet'in çıktığı sonuç örneğin iki erkeğin birbiriyle çok yakın. Olmasına rağmen mezarlarının öldükten sonra ayrılması üzerinden şekillenen toplum yapısı. O halde buradaki ilişkinin yönü hala zorunlu olmaya devam ediyor ve biz aslında o insanlar yaşarken seçerek, birbirlerini seçerek kurdukları özgür ve demokratik ilişkinin sonrasında çevre tarafından veya toplum tarafından kendi standartlarını uydurmak zorunda bırakıldığını görüyoruz. Zaten aslında korkunç olan şey de, yani şiddetin kendisini doğuran şey de tam olarak burada başlıyor. Bu aynı zamanda o şiddetin ister istemez aktarılması ve belli gerçekliklerin de üzerinin kapatılması demek. Sergide buna benzer aslında çok fazla. Sembol var. Zaten biraz önce söylediğim şey de bunu destekler nitelikte. Çünkü kurbanlardan başlayan ve tamamen doğal süreç içinde, yani doğal yaşamın kendi içinde kurguladığı bir yapıdan hareket eden ve bugünün kurmaca toplumlarında yok edilmeye çalışılan ya da yok edilen ve bunun tamamen toplumun iyiliği için yapıldığı düşünülen bir sisteme geçişin de hataların uyumsuzlukları, neler olduğuda göz önüne çok rahat çıkıyor.
İşte burada Hakan ve Ahmet'in sergiye neden rest dediğine biraz gelmek istiyorum. Ressam tarafından yazılan bir kitap ve bu kitap aslında tarih boyunca belirli insanların ölüm sonrası hikayelerini anlatan, cesetlerine ne olduğunu araştıran bir çalışmanın sonucunda ortaya çıkmış. Elbette, tabii ki resmin piyes, yani huzur içinde yat Hayat ın içinden gelen bir kelimenin bir kelime oyunuyla, yani parçalar içinde yat şeklinde değiştirilmiş versiyonu bu kitabın başlığını oluşturuyor ve aynı zamanda biraz önce bahsettiğim, ayrılan, birbirinden uzağa gömülen aşıkların, sevgililerin, insanların veya birbirinden uzakta yaşamak zorunda kalan, kendilerini baskılamak zorunda kalan, toplum içinde hep geri plana atılmak ve yok sayılmak zorunda kalan tüm insanların hikayelerinin aslında bir sonunu gösteren ya da sonlarından birini gösteren bir çalışma olarak karşımızda. Hakan'ın ve Ahmet'in kitabı bu süreç üzerinden ele alması ve sergiyi bu şekilde yerleştirmesi de bence aslında konuda o soruları verip net olarak cevapları kendilerinin vermediği fakat cevapları izleyiciye bıraktıkları o açık alanın da habercisi niteliğinde. Elbette buradan da bir anonimlik sorgusuna geliyoruz. Çünkü anonimlik aslında görünmeyen, arka plana atılan insanların tamamının paylaştığı bir kader. Ama aynı zamanda toplumun içindeki belli yapıları değiştirebilmek adına da önemli bir kamuflaj. Bu şu demek aslında bir tarafta bir yapı olarak kendini somutlaştıran ve kendi devamını sağlamaya çalışan sistematik kurallar bütünü var ve o kurallar bütünü içinde çoğu zaman gözümüzün önünde belli figürler ya da belli normlar var ve o normlar ya da figürler üzerine oluşan otorite bizim üstümüze çökmüş durumda.
Ama anonim olduğunuz zaman ki ironik bir şekilde aslında bütün bu yapının, yani o sistemi tanımlayan yapının içindeki küçük çarkların da her biri anonim dir. Fakat anlamsız bir biçimde tam olarak neye hizmet ettiklerini bilmedikleri bir biçimde ve belli ön kabuller etrafında o sistemin devamını sağlamaya çalışırlar. Ama öteki taraftan aynı anonimlik, küçük gruplar üzerinden ya da çevreler oluşturulan çevreler üzerinden o fikirlerin dönüştürüldüğü mesine de yardımcı olur. Çünkü anonim bir toplulukta hedef aslında, yani sisteme karşı olan hedef belirli olmayacağı için nereye kaldırılacağı, nerenin işgal edileceği de aslında belirsizdir. Bu, belli sistemleri dönüştürebilmek adına kullanılan doğru ve demokratik bir yöntem haline de gelebilir. İşte bu yüzden tarihsel bir takım kalıntılar, kimliği belirsiz insanlar tarafından yapılmış objeler. Veya mezar taşları veya buluntular, kalıntılar Bunların hepsi aslında içinde ciddi bir anonimlik iması içinde. Ve bu anonimlik üzerinden aslında bir taraftan da demokratik bir okumaya zemin hazırlanmış oluyor. Çünkü izleyiciler bu parçaların her birinin kim tarafından, ne zaman, nasıl yapıldığını tam olarak bilemiyorlar. Evet, belki zamanı ve tekniği biraz daha ortaya çıkabiliyor fakat kimler tarafından yapıldığı çok net belli olmadığı için bireyler bazında o işlerin ya da eserlerin okunmasında ortaya belli önyargıların çıkması ve önyargıların fikire müdahale etmesi de engellenmiş oluyor. Böylece anonimlik bir taraftan da aslında fikrin kendisine odaklanmamızı ve ortaya çıkan şeyin içeriğinden ise bizi taşıdığı ya da taşımadığı şeyleri görmemizi sağlayan bir araç haline geliyor. Sergide mezarlar ve ölüm üzerine temellenen ve aslında anonimlik ima eden temalardan bir tanesi de Trier ile basılmış olan büyük bir lahit den oluşuyor.
Bu lahit aslında bir eş ya da çift lahitler olarak bilinen bir yapıda kurgulanmış. Ama üzerindeki belli sembollerle sanatçıların ekledikleri ile beraber aslında bir kişisel anlatının da izlerini taşıyan bir buluntu ama teknolojik ve geleceğe dönük bir buluntu gibi karşımıza çıkıyor. Ve elbette. Hakan ve Ahmet'in ilk duo sergisi ikili sergisi olarak kurguladıkları resmin aynı zamanda burada bir başka imanın da kapısını açıyor ki o da aslında bu iki insanın neredeyse aynı zihinde ve aynı bedende var oldukları iması. Bu, fiziksel olarak bedenlerinin ayrı olsa da, tıpkı birbirinden ayrılarak gömülen mezardaki insanlar gibi aslında zihinlerinin uzun süredir birlikte çalışmasıyla hem birbirlerine yakınlaşması, hem birbirlerine kenetlenmesi hem de ruhsal bağlarını ortaya koymak adına önemli ipuçlarından bir tanesi. Dolayısıyla burada bir lahitin oluşu ve tarihte böyle çiftli lahit lerin de var olması ve içini görmediğimiz halde sadece orada o çiftin var olduğunu bilmemiz üzerinden şekillenen bir bilgi yumağı bugün sanatçılar tarafından dönüştürülerek başka bir anlatının da parçası haline geliyor. Bir başka konu ise serginin teknik altyapıyı kullanarak, dijital imkanları kullanarak Blockchain teknolojisini veya dijital görselleri, hareketleri, hareket algısını kullanarak oluşturduğu deneyimin kendisi. Dijital teknolojilerin bu kadar yükseldiği henüz emekleme aşamasında olduğu dönemlerden itibaren, yani belki 40'larda, 50'lerden itibaren başlayan süreçte sanatın nasıl deneyimlediği, nasıl aktarıldığı ya da deneyimin nasıl şekillendiği de dönüşüme uğradı. Burada bugün artık internet ağlarıyla beraber dijital verinin çok hızlı işlenebilmesi, saklanabilmesi, dönüştürülebilir mesi ve örneğin bugün prompt dediğimiz yazı üzerinden görsele ya da videoya ya da sese çıkabilme gibi türler arası ya da mecralar arası, disiplinler arası, fikirler arası ya da metinler arası.
Buna her şey diyebiliriz. Formların oluşması sanat tarafında da izleyici ile sanatçı arasındaki deneyimin yönünü ve içeriğini değiştirmeye başladı. Bu sergi özelinde farklı şekilde oluşturulan dijital etkileşim modelleri, bugün bildiğimiz klasik müze anlamındaki algının da kırılması. Demek ki günümüzde müzeler gün geçtikçe daha çok dijital teknolojiler kullanarak geçmişin reprodüksiyon anlarını hem fiziksel çıktılar olarak hem de görsellik ya da deneyim olarak yaşatmaya çalışarak o fikri, o kültürü devam ettirmeye çalışıyorlar. Böyle bakıldığında Hakan ve Ahmet'in de bu ayak izlerini ilerleyerek kendi kurgularını, kendi hikayelerini, kendi geçmişlerini ve olası geleceklerini kurguladıkları bir serginin aslında çıktısı. Hatta öyle ki kalıcı lığı da bir noktada sorguluyor ve bu sorguyu da kendi seslerini, kendi görüntülerini, kendi ifadelerini dijital ortamla planlayarak izleyiciye sunabiliyorlar. Böyle bakıldığında belki geçmişte bunun bir ölümsüzlük amacı taşıdığı iddia edilebilirdi. Ama bugün dijital teknolojilerin, özellikle örneğin hologram larla yeniden yapılan sergilerin ya da konserlerin veya dijital yüz kalıpları alınmış oyuncuların başka aktörler tarafından veya yapay zeka tarafından seslendirilecek ve hareket yakalama teknolojisiyle yeniden anime edilerek işlevsel eleştirilmesi bugün baktığımızda her şeyi tümden değiştirebilecek bir teknoloji gibi gözüküyor. Dolayısıyla kendilerini de işin içine katarak bu ifadeye dijital ve fiziksel yönden sanatçı gözüyle bakabilme leri ve izleyiciye hitap edebilmeleri de bunu bu serginin alışılmışın dışında bir yönünün olduğunu ve aslında onların sözlerinin arkasındaki katmanları da gözler önüne seren faktörlerden bir tanesi haline geliyor. İşte bütün bunların toplamı da değinmek istediğim son konuya yani film meselesine doğru bizi sürüklüyor.
Bu kavram aslında belli formların tarih süresinde ilerlemeyle beraber işlevsiz bileşen bir görüntüyü yeniden sadece algıyı kolaylaştırmak veya. O eski fikri hala hatırlayan, silmek adına yeniden kullanılması üzerinden tanımlanabilecek bir kavram. Örneğin kol saatlerinin eskiden tamamen mekanik ile yapıldığı zamandan bugün dijital teknolojilerle geliştirilen versiyonları arasındaki farkta eski bir örneğini görmek mümkün. Eskiden dijital olarak yapılan bir parça olmadığı için gerçekten içerideki bütün kaldıranlar, bütün parçalar mekanik olarak işleyen şeylerdi. Bugün hala bunlar var. Fakat bir bölüm saat ise dijital ya da pilli elektrikle çalışan modellerde. Bazı kaldıranlar içeride yerleştirmiş, bazı kaldıranlar işlevsiz şekilde duruyorlar fakat saat işlemeye devam ediyor işte bu kavramların işlevselliği hala saatin oradaki alışılmış fikrini empoze eden, ima eden, gösteren bir yapıda olduğu için bir tür eski tarihten de bir örnek verilebilir buna. Örneğin mini halılar daha öncesinde gümüşten yapılan ve perçinler ile birleştirilen kupaları, daha sonrasında ticaretini yapabilmek ve yolda başka yerlere götürürken daha az fire verebilmek veya verilen sürelerden daha az zarar edebilmek için kilden, seramikten kopyalarını yapıyorlar. Ve bu yapılan kopyalar da işlevsiz olsa dahi daha önceki perçin lerin aynısının çıkıntılar halinde kopyaları replika ları var. Dolayısıyla bunlar kilden ya da seramikten kupalar olsalar da üzerlerinde böyle bir takım çıkıntılar var. Öbür tarafı ima eder şekilde. Peki bu bu sergide neden önemli? Çünkü aslında bugün gördüğümüz yapıların çoğu toplum içinde de birer amorf. Örneğin. Yani alışık olduğumuz ön yargıları bize gösteren ve önyargıları üzerine algımızı yeni şeylerde şekillendiren şeyler.
Yine saat örneğinden gidersek, bugün bir dijital saat kol saatinin üzerindeki analog kadran görüntüsü de bir tür eski amorf örneği. Çünkü aslında o işlevsiz, sadece bize onu gösteren bir yapıda. İşte tam bu noktada dijital teknolojilerin bu sergideki konumu da önem kazanıyor. Çünkü Hakan ve Ahmet'in yaptığı şeyler aslında farklı türde ifade edilebilecek bir takım şeylerin eski karşılıkları üzerinden bize sunulan bir fikirler yumağı ya da imgesi ya da bütünü haline geliyor. Ve bu nedenle aslında örneğin bir lahit de baktığımızda onun plastikten ya da plakadan ya da başka bir malzemeden yapılması ve oraya konulması hiçbir işlev ifade etmiyor. Ama biz onu gördüğümüz zaman oradaki fikre doğru odaklanmaya başlıyoruz ki o lahitin üzerinde kendilerinden ya da özel hayatlarından çok fazla detayın olması da aslında içerdeki anlam bütünlüğünün nereye gittiğini gösteren şeylerden bir tanesi. Ve tabii sanatın aslında bir pratik faydaya değil, bir anlamı ya da anlamlar bütününü ilerletmeye olan gereksinimi ya da buna özgü doğasıyla da açıklanabilir şeylerden bir tanesi. Bu nedenle Hakan ve Ahmet'in dijital kazıları olarak gördüğümüz bir yapıda ve biz de izleyici olarak hem o yapının içine biraz daha dahil olabileceğimiz hem de bunlar üzerinden zorunlu ilişkilerden uzak seçilmiş ilişkilerle demokratik, eşit, birbirimizi anlayan ve birbirimizle ilişkileri geliştiren bir zeminde bir sergi kurgusu içine dahil olma şansını yakalıyoruz. Ben de hem geçmişte onlarla beraber çalışabilme fırsatı bulduğum için hem de bu serginin hazırlık aşamasından itibaren onlarla konuşarak sergiyi ortaya çıkaran yapıyı deneyimleyip bildiğim için kendimi mutlu hissediyorum Ve onlara hem bu güzel sergi hem de bu deneyim alanı için teşekkür ederim.
Konuşmayı aşağıdaki player üzerinden dinleyebilirsiniz.
** Konuşmacının notu: Bu metni Ahmet Rüstem ve Hakan’ın dijital teknolojiler ekseninde temellenen anlatı üsluplarına yaklaşabilmek amacıyla konuşmayı yazıya çeviren bir yazılım aracılığıyla ürettim. Yazıdaki hiçbir noktalama, imlâ ve dilbilgisi hatasına müdahale etmemeyi, hepsini olduğu gibi bırakmayı tercih ettim. Bu durumun bir yanıyla teknolojinin ve yapay zekâ uygulamalarının geldiği aşamayı, diğer yanıyla ise insan ile makine arasındaki anlaşma zorluğunu; okunamayan, fakat tıpkı toplumdaki bireylerin arasında olana benzer bir ön yargılar bütünü nedeniyle ortaya çıkan anlam karmaşalarını (mésentendu) görmeye yardımcı olacağına inanıyorum. Bu karmaşayı ortaya çıkarmak ve hem sanatçıların pratiğini hem de işledikleri konuların içeriğine dair farklı konu başlıklarına yayılan bu düşünce egzersizini incelemek için metin ile konuşmayı karşılaştırmak faydalı olacaktır.
Kronolojik olarak yazıdan önceye dayanan sözlü iletişim ve aktarımın yazıya dönüşümü sürcinde, konuşmada sözünü ettiğim özgür tarih yazımı üzerindeki büyük kısıtlayıcılık ile çoğunlukla muhafazakâr görüşün egemenliğiyle ortaya çıkan sistematik yapı, bu metinde tercümenin öznesiyle ortaya çıkıyor. Ancak bu fikri daha da belirginleştirmek adına tercümeyi ses üzerinde kimi stratejik müdahaleler yaparak zorlamak, onun hassas yapısını özellikle ortaya çıkarmak istedim. Bunlar sadece kelime veya cümlelerin arasındaki boşlukları yeniden düzenleyerek yaptığım bir kurguydu; seslerin kendisine veya cümlelerin yapısına hiçbir müdahalede bulunmadım.
Bu kaydın ve ardılı olan yazının bir başka önemi de bir ara dil olan alfabenin, sesin karşısında tam da sanatçıların üzerinde durduğu şekilde bir skeumorfizm örneğine dönüşmesiydi. Ses kayıt teknolojileri yokken veya henüz gelişmemişken alfabenin bir aktarım ve arşiv aracı olarak kullanılması oldukça doğaldı. Ancak önceleri sözlü tarihin kayıt altına alınması (kimi zaman da otorite tarafından sadece kendi amacına göre manipüle edilmesi) amacına hizmet eden yazı, sonraları kendi alanını örneğin edebiyat gibi kâğıt üzerinde başlayan pratiklerle oluşturdu. Yine de özellikle eleştiri gibi yorumlama biçimlerinde yazı, sesin işlevini üstlenmeyi amaçlar. Kaydedilen ses ise yazının planlı, tıpkı bir ağacın dalları gibi ana ekseninden hızlıca dağılabilecek yönlerinden temizlenmiş ve odaklı yapısına benzemez. Buna karşılık yazı, sesin içerdiği tüm duygusal imalar ve bilinçsiz ifşalardan -şimdilik- yoksundur. Ses sentezleme teknolojilerinin gün geçtikçe gerçeğe yaklaşan sonuçlarında ise sese yine belli ifadelerin yüklenmesi söz konusu olduğu için çok daha yanıltıcı olabilecek ve yazıdan bile daha büyük bir otorite kurma ihtimali ortaya çıkar. Bu nedenle yazı, kendi yarattığı alanların (akademik, edebi vb.) dışında, sesli kültürün skeomorfik bir kopyası olarak düşünülebilir. Başlıkta geçen “yerleşik düşünceler” sözleri ise referansını Gustave Flaubert’in 19. Yüzyılın sonlarında aldığı notlardan derlenerek 1911-13 yılları arasında yayınlanan ve Türkçe’ye “Yerleşik Düşünceler Sözlüğü” (Le Dictionnaire des idées reçues) olarak çevrilen kitabından alıyor. Toplumların ön yargılar ve klişelerle olan ilişkisini kara mizahla ele alan bu kitap, günümüzde farklı mecraların birbirine dönüştürülmesi, tercüme edilmesi ya da birbirinin yerine kullanılması sırasında oluşan skeomorfik kargaşanın sinyallerini çok önceden veren eserlerden biridir. Bu nedenle “Rest in Pieces” sergisinin de nasıl okunabileceğine dair önemli bir kılavuz, hatta hâlâ doğruyu gösteren bir pusula gibidir.
Serginin hem tarih, bireysel özgürlükler, kültürel aktarım yapıları veya sanatsal ifade biçimleriyle parça-bütün ilişkisi kuran doğasına, hem de sanatçıların çalışma pratiğine yaklaşabilmek adına ses ile yazı arasındaki bu deneysel yorumlama formunu dinleyici ve okuyucularla paylaşmak, sergiye kendi adıma bu şekilde katkıda bulunmak istedim.