Büyük Organizma

*Ali Kazma'nın Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi'nde açılan Avrupalılar sergisi katalog metnidir.


“Romalılar, vatandaşlar, dostlar!” diye haykırır Brutus, Shakespeare’in Julius Caesar oyununda gürültülü kalabalığa hitap ederken. Büyük lider Caesar bir grup senatör tarafından infaz edilmiştir ve ölümcül son bıçak darbesi, Plutarkhos’a göre ona neredeyse oğlu kadar yakın olan Brutus’ten gelmiştir.[1] Şaşkın ve panik içindeki halkın karşısına çıkarak konuşan ilk kişi de yine o olur. Brutus baş kaldırmıştır çünkü Caesar’ı sevse de Roma’yı Caesar’dan daha çok sevmektedir. Roma’nın lideri ihtirasa kapılmıştır ve bu yüzden de payına düşen kendi senatörleri tarafından öldürülmek olur.[2]

Tiyatro tarihinin bu en önemli tragedyalarından birinde karşılaşılan manzara oldukça vurucudur. Cinayet, bir halkın iyiliği için işlenmiştir ve hiçbir şey bundan önemli değildir. Buraya kadarına aslında hepimiz aşinayız ve günümüzde bu söylemin sayısız örneğiyle karşılaşıyoruz, dolayısıyla o dönemin “trajedisi” bugün artık pek de şaşırtıcı değil. Ancak açıklamanın en güçlü kısmı aslında çoğunlukla odaklanmadığımız yerde, savunmanın nasıl başladığında saklıdır: “Romalılar, vatandaşlar, dostlar!” Brutus tedirgin kalabalığı işte bu üç kelimeyle hızlıca birbirine bağlayarak “paketler”. Artık karşısında bireyler değil sanki yüzlerce çift gözden, koldan, bacaktan ve zihinden oluşan dev bir organizma vardır. Hiçbirinin adını, mesleğini, keyif aldığı şeylerin neler olduğunu bilmeyiz. Tek bildiğimiz onları tanımlayan bu üç kelimedir. Her şeyin temelinde yatan, bütün bu savunmayı, kurulan neden-sonuç ilişkisini bir zemine oturtmaya çalışan tanımlama da işte budur.


İnsan, toplum ve yine insan
Wittgenstein, Felsefi Soruşturmalar kitabında herhangi bir tanımı oluşturanın bir anlamlar ailesi olduğunu savunur.[3] Dolayısıyla kelimeler (isimler, sıfatlar ve diğer belirleyici dilbilgisi unsurları) sözlük anlamları belirli olsa bile yeniden tanımlanmaya ihtiyaç duyan bir yapıya sahiptir. Anlam yapıları, bağlı oldukları kültürleri değiştirirken, değişen kültürler de referans anlamlar üzerinde etkili olur. Yine de kültürün ve anlamın değişimiyle kimi zaman bu yeni tanımlar bağlamından koparak bir anlamda “tanımsızlaşır”. Ali Kazma’nın Avrupalılar sergisindeki bakışı da bu tanımların bağlamlarıyla olan ilişkisini insan üzerinden sorgular. Çünkü anlamlar ailesini üreten de onları değiştiren de insan, insanın doğası ve eylemleridir.

Sanatçının insan bedenine ve zihnine konsantre olması bir anlamda insanın doğadaki varlığının da sorgusu niteliğindedir. Böylece her şey dönüp dolaşıp o klasik soruya gelir: “Toplum mu insanı yaratır, yoksa insan mı toplumu?” Aydınlanmanın erken dönem düşünürlerinden biri olan Spinoza doğanın, devlet veya toplum değil yalnızca insan yetiştirdiğini söyler.[4] Dolayısıyla ayrıştırıcı kavramları ortaya atan da, sonrasında kimi zaman yücelten de yine insanın kendisidir. Brutus’ün kalabalığın karşısındaki sözleri de bu nedenle önemli bir şeyi işaret eder: İnsan tarafından yapılan tanımlamalar, kimi zaman insanın kendisinden bile önemli hale gelebilir. Bu aynı zamanda sanatçının kavrama nasıl yaklaştığını da ortaya çıkarır: Toplum üzerinden bireye ulaşmaya çalışmaktansa birey üzerinden toplumun yapısını okumaya yönelir. Bu durum bir kadavranın otopsisinden çok hastanın uyutulmadığı ve bilinci tamamen açıkken yapılan bir beyin ameliyatına benzer.[5]

Ali Kazma’nın işlerinde beden ve üretim arasındaki etki-tepki ilişkisi ise, insanın zamanla bıraktığı ve taşıdığı izlere odaklanır. Örneğin ölü bir hayvanın bedenini dolduran bir tahnitçinin tarihe bıraktığı iz, bazen neşterle derisine bir deseni kazıtan bir gencin bedenindeki yaralara veya bir dansçının jestleriyle zihnimizde bıraktığı imgeye yaklaşır. Değişen ve evrilen fikirler kaydedildikleri video formatındaki akışta orada öylece gözümüzün önündedir. İzleyicinin karşısındakiler, adeta yavaşça hareket eden, kimi zaman birbirlerini sıkıştıran, kimi zaman ise birbirinden uzaklaşan kıtaların doğal, kaçınılmaz ve engellenemez hareketinden farksızdır. Böylece her iş kendi içinde tutarlı bir düşünce biçimini yansıtırken bir yandan da Avrupalı tanımına dair bambaşka ipuçları vererek, oluşan yeni “coğrafi şekillerle” yeni sorulara yol açar.


Biz ve onlar
İmparatorlukların dönemi uzun zaman önce kapandı. Ancak yapılar ve sistemler değişse de birlik olma düşüncesi -hayatta kalma dürtüsünün bir sonucu olarak- farklı biçimlerde varlığını sürdürüyor. Bu durum da doğal olarak bir aidiyet ve kimlik diyalektiğinin ortaya çıkmasını sağladı. Gündüz Vassaf, günümüz toplumlarının insan ilişkilerini ve bir araya gelme eğilimlerini kesin amaçların varlığına bağlar.[6] İnsanlar belli amaçlar etrafında birleşerek ve yerleşik yaşamın getirdiği en büyük avantaj olan (aynı zamanda en büyük dezavantajlardan da biridir bu) işbölümünü kullanarak medeniyeti daha ileriye taşıyabildiler. Bu da, herkesin en iyi yaptığı şeye odaklanarak bir diğerine sırtını yaslayabilmesi demekti. Bu birliktelik, önceleri aynı şehirde yaşamak, aynı dili konuşmak veya benzer bir görünüşe sahip olmak gibi “sembollere” dayansa da zamanla yerini amaç uğruna daha kapsayıcı olabilecek ve bu nedenle günümüzde artık coğrafyadan bağımsızlaşan, daha çok kültürel ve düşünsel bir Avrupalılık tanımına (Avrupa Birliği gibi siyasi ve ekonomik oluşumların dışında) bıraktı. İlk bakışta bunun coğrafi ayrıma göre daha açık bir aidiyet biçimi olduğu düşünülebilir. Ancak bu tanım da her tanım gibi ortaya atıldığı anda “ötekiyi” yarattı.

Serginin temelindeki ikili düşünce yapısı da böyle bir eksende ilerler. Ali Kazma, farklı coğrafyalardaki yerleri, kimi zaman bir okulu, kimi zaman bir basımevini, bir sanatçı atölyesini veya kuzey kutbunun yakınlarındaki ıssız bir yerleşimi filme alırken, bakışını hep ikilik üzerine kurar. Kendini önce birinin, sonra da diğerinin yerine koyarak bakanı bakılanın ve bakılanı bakanın gözünden inceler ama taraf tutmaz. Söylemini bir taraf üzerinden şekillendirmek, bildiğini iddia etmek yerine yaşayarak anlamayı ve eleştirmeyi seçer. Bu duruşuyla Spinoza’nın doğa durumuna yaklaşır. Tüm işlerinde bedenin önce yalnızca bir beden ve sonra bir ressamın, bir dansçının, bir yarışçının veya bir işçinin bedeni olmasının ardında yatan neden budur. Dolayısıyla “öteki” kavramı da onun işlerinde yeni bir tanıma kavuşur; ayrıştırıcı unsurlarından (politik, coğrafi, kültürel, dilsel, ırksal, cinsel gibi) sıyrılarak kapsayıcı bir hale gelir. Ali Kazma’nın peşinde olduğu şey, genelgeçer cevaplar değil, doğru sorulardır ve bu nedenle arayış, tıpkı beden gibi onun pratiğinin temelindeki unsurlardan biridir.


İlerlemenin bedeli
Uzmanlık, eldeki fırsatları ve kaynakları daha iyi, mantıklı ve bilinçli kullanabilme becerisi olarak açıklanabilen, bir yere odaklanarak o alanda derinleşmeyi gerektiren ve varlığını ancak başkalarının varlığıyla sürdürebilen bir kavramdır. Bugün ortaya çıkan teknolojik veya tıbbi gelişmelerden, yaşamı kolaylaştıran (ama insanın yaşadığı alana verebileceği potansiyel zararı da arttıran) icatlara, hukuki düzenlemelerden sanatsal yetkinliğe kadar her şey uzmanlığın sonucudur. Uzayan insan ömrü ve uzaya yollanan bir elektrikli spor araba uzmanlaşma zemininde birbirinden farksızlaşan, fakat insanlık için ayrı ve birbirine indirgenemez bir önem taşırlar. Yine de uzmanlık ve doğumuna yol açtığı diğer kavramlar, yine kendi yarattığı öteki tanımlarca sürekli sınanır.

José Ortega y Gasset ise Kitlelerin Ayaklanması’nda uzmanlaşmanın bu kısıtlı alandaki hükmünün toplumların gelişimi adına belki de hiçbir şeyi değiştirmediğini ve medeniyetin en baştaki parçalanmış bakışına geri döndüğünü, kitabın 12. bölümünde (“Uzmanlaşma Merakı” Denen Barbarlık) inceler.[7] Kentsoylu sınıfın egemenliğini temsil eden uzmanlar, bilgi birikimleriyle cehaletin karşısında duracak, fakat zamanla, bu yapının onlara sağladığı itibardan da yararlanarak kendi alanlarının dışında da uzman olduklarını iddia etmeye başlayacaklardır. Dolayısıyla uzmanlaşma bir noktadan sonra barbarlığa dönüşme ve karşı durduğu cehaletin baskın karakterine bürünme tehlikesiyle yüz yüzedir. Bilmediği topraklarda yürümeye çalışan uzman da bu nedenle sıradanlaşarak artık bir yığına dönüşmekte olan toplumdaki doldurulamaz yerini kaybetmeye, herkese benzer tepkiler vermeye, ötekileştirmeye başlar. İşte bu nedenle Bertrand Russell’ın anarşizmin nihai ideal olduğu yönündeki görüşünü sahiplenerek hakimiyet ve hiyerarşi yapılarının meşruiyetini tamamen reddeden Noam Chomsky’nin iddiasının temelindeki fikirlerden biri de, uzmanlaşmanın amaca dönüştüğü yapının Avrupa’ya özgü olmasıdır.

Şurası bir gerçek ki, uzmanlaşma bir konuda derinleşmeyi getirse de bu çaba ancak dar bir perspektife sahip olabilir çünkü zaman sınırlıdır ve insan aynı anda birkaç yerde olamaz. Steinbeck, Cennetin Doğusu’nda uzmanları Lee’nin ağzından başlarını kafeslerinden dışarı uzatmaya korkan ve bu yüzden dışarıdaki her şeyi kaçıran kişiler olarak adlandırır.[8] Bu bir açıdan doğrudur ancak ilerlemenin de zorunluluğudur. Herkes için en berrak kristali üretebilmek, en sağlam arabayı tasarlayabilmek, en umulmadık tatlara ulaşabilmek veya en amansız hastalıkların bile çaresini bulabilmek ancak uzmanlıkla mümkündür. Ali Kazma, sergiyi oluşturan her bir videoda, toplumun ilerleyişini kimi zaman direkt kimi zaman da dolaylı bir biçimde sağlayan ve kendi “küçük” dünyalarında yaşayan insanların hikayeleri üzerinden bugünü belgeler.

Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi’nde açılan Avrupalılar sergisi, Ali Kazma’nın günümüzü tarayan bakışı üzerinden geçmişi ve olası gelecek senaryolarını, anakronizm tuzağına düşmeden sorgulamayı amaçlıyor. Sergi, izleyiciyi bir tanımın içinin nasıl doldurulduğu -doldurulmadığı ya da boşaltıldığı- hakkında düşünmeye iterken, Avrupa kavramının sınırlarını ve anlamını inceliyor, kavramın dilde, sanatta ve kültürde sürekli değişen karakterini cevaplardan çok sorular üzerinden ele alıyor. Avrupalılar, farklı coğrafyaların ve bu coğrafyalardaki farklı insanların hikayelerini anlatırken kendini bakışın iki ucuna da konumlandırıyor. Kazma, Avrupalı tanımını anlamak, Avrupalıların kim Avrupa’nın ise neresi olduğunu sorgulamak için birbirinden farklı yaşamların izini sürüyor. Bu sorgulama sırasında ise, odağında yine insan ve beden var. Sanatçının pratiğinde her zaman önemli bir temeli oluşturan beden, sergide fiziksel olduğu kadar kavramsal olarak da yer alıyor. Karşısındakinin tıpkı Brutus’ün yüzleştiğine benzeyen bir organizma olduğunun bilinciyle, anlatısını bu organizmayı oluşturan ekonomik, sosyal ve kültürel bağlarla birbirine bağlanmış bireyler üzerine kuruyor. Avrupalılar, Ali Kazma’nın hiç bitmeyen bir arayışta zamanın ruhunu hapsettiği görüntüler aracılığıyla, bir kavramı farklı perspektiflerden yöneltilmiş soruların ellerine teslim ediyor.


Kaynaklar:
[1] Yunan tarihçi Plutarkhos Paralel Yaşamlar adlı eserinde Caesar ve Brutus arasındaki bağı şu sözlerle anlatır: “Caesar›ın da ona [Brutus] karşı kayıtsız olmadığı, ancak komutanlarına savaşta Brutus›ü öldürmemelerini, onu kurtarmalarını söylediği ve eğer boyun eğerse getirilmesi ve eğer yakalanmaya direnirse, yalnız bırakılıp zorlanmaması için emir verdiği; ve bunun Brutus›ün annesi Servilia›yı memnun etmek için yaptığı söylenir. Görünüşe göre henüz gençken, ona tutkuyla aşık olan Servilia›yı tanıyordu ve Brutus, aşkının en ateşli olduğu zamanlarda doğduğu için, bir dereceye kadar Brutus›ün onun oğlu olduğuna ikna olmuştu.” -Stewart A., & Long G. Plutarch’s Lives, Volume IV (2013) The Project Gutenberg

[2] “Romalılar, vatandaşlar, dostlar! Dinleyin beni; susun ki duyasınız. Bu şerefli insana güvenin. Şerefim adına güvenin bana. Söyleyeceklerimi iyi düşünün; doğru karar vermek için dikkatli dinleyin. Aranızda Caesar’ı çok seven biri varsa ona diyorum ki, Brutus’ün sevgisi onunkinden az değildi. ’Peki, o zaman niye baş kaldırdın Caesar’a?’ diye sorarsa, cevabım şu: ‘Caesar’ı sevmediğimden değil, Roma’yı daha çok sevdiğimden.’ İki seçenek vardı: Ya Caesar yaşayacaktı ve siz köle olup köle ölecektiniz ya da sizin özgürlüğünüz için Caesar ölecekti. Siz hangisini seçerdiniz? Evet, Caesar beni severdi; bunun için ben de arkasından ağlıyorum; başarılarıyla kıvanç duyuyorum; yiğitliğine saygım büyük; ama ihtirasa kapıldığı için onu öldürdüm.” -Shakespeare W. Julius Caesar (2007) Çev: Eyüboğlu S., İş Bankası Kültür Yayınları, s.82-83

[3] “Böyle bir güçlükte kendinize her zaman şöyle sorun: Bu sözcüğün (sözgelimi, ‘iyi’nin) anlamını nasıl öğrendik? Ne tür örneklerden? Hangi dil-oyunlarında? O zaman, bu sözcüğün bir anlamlar ailesine sahip olması gerektiğini görmeniz daha kolay olacaktır.” -Wittgenstein L., Felsefi Soruşturmalar (2006) Çev: Kanıt D., Totem Yayıncılık, s.53

[4] “Tabiat uluslar yaratmaz, bireyler yaratır. Onlar da yalnızca dilleri, yasaları ve kazanılmış adetlerindeki farklılığa göre uluslara ayrılır. Yalnızca bu son ikisi, yani yasalar ve adetler, her ulusun özel bir mizaca, özel bir konuma ve son olarak da özel ön yargılara sahip olmasını sağlayabilir.” Spinoza B., Teolojik-Politik İnceleme (2016) Çev: Akal C. B. ve Ergün R., Dost Kitabevi Yayınları, s.259

[5] Ali Kazma’nın Engellemeler (Obstructions) serisindeki 2007 tarihli Beyin Ameliyatı videosu aslında tam da böyle bir ameliyat üzerinedir.

[6] “Mevcut toplum düzeni içindeki değerler, çıkarlar ve güç dengesi tarafından belirlenmiş ‘amaçlarımız’ arasındaki yakınlıktır. İnsanlarla tanışıp karşılaşmaktan çok, faydacı anlaşmalar yapıyoruz. Daha ‘merhaba’ dediğimiz anda, ‘Bu ilişkiden ne gibi bir fayda sağlayabilirim acaba?’ düşüncesi geçer aklımızdan. İlişkiler, insanın evrensel ‘birlikteliği’ üzerine kurulmaktan çok, kesin amaçlar üzerine inşa edilir. (...) Hepimiz birçok amaç ve hedef peşinde koştuğumuz için, aynı anda birçok farklı kimliğe de sahip oluruz. Ama her durumda sonuç ya da amaç, kişiden daha büyüktür. Amaç ya da sonuç, kişiler arasındaki ilişkilere hükmeder ve bu ilişkinin niteliğini belirler.”
-Vassaf G., Cehenneme Övgü: Gündelik Hayatta Totalitarizm (2017) Çev: Gencosman Z. ve Madra Ö., İletişim Yayınları, s. 188

[7] Bu uzun bölümde şu cümleler oldukça dikkat çekicidir: “(…) Bakınız şimdi: Günümüzün bilim adamı sonuçta kitle insanının en yetkin örneğidir. Ve ne rastlantı, ne de her bir bilim adamının kendi kişisel kusuru değil, bilimin kendisi – uygarlığın kökeni– onu otomatik olarak kitle insanına dönüştürmektedir; yani onu bir ilkel yaratık, bir modern barbar yapmaktadır. (…) Uzmanlaşma tam olarak, “ansiklopedik insan”ı uygar diye adlandıran bir çağda başlar. (…) Özellikle incelediği daracık görünümün dışında kalan şeylerden habersiz olmayı bir erdemmiş gibi ilan eder ve bilginin tümü hakkında merak duymayı amatörlük olarak adlandırır. (…) Uzman kendi mini minnacık evren köşeciğini pek iyi “biliyor”; gel gelelim kalan her şeyden tümüyle habersiz. (…) Ve sahiden de, uzmanın tutumu budur. Politikada, sanatta, tüm toplumsal göreneklerde, başka bilimlerde kara cahil bir ilkelin tavrını alacaktır; gel gelelim o tavırları enerji ve yeterlilikle alacak, –işin çelişkili yanı– o konularda başka uzman kabul etmeyecektir. (…) Bundan ortaya çıkan şu oluyor: En ileri nitelikteki bir insanı –uzmanı– temsil eden, dolayısıyla kitle insanına en uzak olan bu örnek bile, sonuçta yaşamın tüm alanlarında niteliksiz biri gibi, kitle insanı gibi davranacaktır.” -Ortega Y Gasset, J., Kitlelerin Ayaklanması (2010) Çev: Işık, N. G., Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, s.167-174

[8] “Belki bilgiler çok gelişmiştir, belki de insanlar gitgide küçülmektedirler,” dedi Lee. “Belki de atomlarına kadar küçülecekler, ruhları da atom küçüklüğünde olacak. Uzman denen kişiler, belki de korkaklardır. Başını kafesinden uzatmaya korkan biri. Hem düşünün, bir uzman elinden neler kaçırır. Kafesin ötesindeki bütün bir dünyayı.” -Steinbeck J. Cennetin Doğusu (2012) Çev: Çizer D. ve Candaş Ö., Remzi Kitabevi, s. 348




The Great Organism
Translated by Nazım Dikbaş

“Romans, countrymen and lovers!” exclaims Brutus, in Shakespeare’s Julius Caesar, addressing a turbulent crowd. Caesar, the great leader, has been executed by a group of senators and according to Plutarch, the final, fatal stab has come from Brutus, who was almost as close as a son to Caesar. Brutus is also the first person to appear before the public, now in panic and confusion. Brutus has revolted because, even though he loves Caesar, he loves Rome more than him. The leader of Rome was overwhelmed by ambition, and so his share is to be killed by his own senators.

This is a striking scene in what is one of the most important tragedies in the history of theatre. The murder has been committed for the public good, and nothing is more important than that. We are all, in fact, familiar with the events so far and we come across countless examples of this particular discourse today, thus the “tragedy” of the past is no longer that surprising. However, the most powerful part of Brutus’s speech is where we do not often focus on, in the way in which he begins his words defending their act: “Romans, countrymen and lovers!” It is with these three words that Brutus swiftly binds the anxious crowd together, or, “parcels them up”. It is almost as if he no longer faces individuals, but a colossal organism made up of hundreds of pairs of eyes, arms, legs and minds. We do not know the names, professions or pastimes of any of them. The only thing we do know about them are these three words that define them. What forms the basis of everything and seeks to provide a platform for Brutus’s entire defence and the cause-and-effect-relationship he establishes, is precisely this definition.


The human, society, and the human again
In his Philosophical Investigations, Wittgenstein argues that it is a family of meanings that forms any definition. Therefore, it is in the nature of the structure of words (nouns, adjectives and other critical grammatical elements) to require redefinition, even if their dictionary definitions are determined. As structures of meaning transform the cultures they are part of, in turn, cultures, as they change, have an impact on reference meanings. However, with the change in culture and meaning, at times, these new definitions abandon their context and “become undefined”. Ali Kazma’s gaze, in his exhibition titled Europeans, questions the relationship of these definitions with their context via the human element, because it is the human, human nature and human action that both produce and transform the family of meanings.

The focus of the artist on the human body and mind is also, in a sense, an inquiry into the human being’s presence in nature. So it all comes back to that same, classic question: “Does society create the individual, or does the individual create society?” Spinoza, the early Enlightenment thinker, argues that nature only creates individuals, not nations or societies. Therefore, it is once again humans themselves that bring forward divisive concepts, and then, at times, glorify those concepts. It is for this reason that Brutus’s words addressing the crowd indicate an important point: Definitions we make can, at times, become more important than ourselves. This also explains how the artist approaches the concept: Rather than seeking to reach the individual via society, the artist aims to study the structure of society via the individual. Rather than the autopsy of a corpse, this event resembles a brain operation where the patient is not fully anaesthetized, and fully conscious during the operation.

In Ali Kazma’s works, the relationship of action-reaction between body and production focuses on traces left behind or traces acquired by the individual over time. For instance, the trace left in history by the taxidermist who stuffs a dead animal’s body is convergently similar to the wounds on the body of a youth who has a design engraved on his skin with a scalpel, or the image left in our mind by the gestures of a dancer. Changing, evolving ideas are right there, as they are, before our eyes, in the flow of the video-format they are recorded in. What the viewer observes is virtually indistinguishable from the natural, inevitable and unpreventable movement of continents, drifting slowly, forcing or breaking away from each other. Thus, as each work reflects a consistent form of thought in itself, it also provides distinct clues regarding the definition of the European, providing new questions along with the new “geographical forms” that have taken shape.


Us and them
The age of empires ended a long time ago. However, even though structures and systems change, the idea of unity –as a result of the survival instinct- endures in different forms. This has naturally led to the emergence of a dialectic of belonging and identity. Gündüz Vassaf attributes the form of human relationships in contemporary societies, and their tendencies to join forces to the existence of definite goals. By coming together around certain goals and applying a division of labour – one of the greatest advantages of sedentary life, but also one of its greatest disadvantages – people were able to develop civilization further. This, in turn, meant that everyone was able to focus on what they did best, and lean on others in other fields. Although this unity was at first based on “symbols” such as living in the same city, speaking the same language, or having a similar appearance, in time, these symbols were replaced by a more cultural and intellectual definition of Europeanness (beyond political and economic bodies such as the European Union), which served the purpose in a more comprehensive manner, and is therefore today independent of the geographical definition. At first glance, and when compared to the geographical division, one may think that this is a more open form of belonging. However, this definition, too, like any definition, created its “other” the moment it was proposed.

This is the axis along which the dual form of thinking underlying the exhibition progresses. When he films locations in different parts of the world, a school, a printing house, an artist’s workshop or a deserted settlement close to the North Pole, Ali Kazma always organizes his gaze around a duality. He examines the viewer from the viewpoint of the viewed and vice versa, himself assuming each position in turn, yet he remains impartial. Instead of shaping his discourse via a single viewpoint or claiming knowledge beforehand, he prefers to understand and criticize through experience. This stance is close to Spinoza’s natural state. This is also why in all of Ali Kazma’s works, the body is at first, only a body, and only then the body of a painter, a dancer, a racer or a worker. Therefore, the concept of the “other” assumes a new definition in his works, it sheds its discriminatory elements (whether political, geographical, cultural, linguistic, ethnic or sexual) and becomes inclusive. Ali Kazma is not after inexact answers but accurate questions and therefore, the concept of pursuit, precisely like the concept of the body, is among the founding elements of his practice.


The Price of Progress
Specialization is a concept that can be defined as the ability to use both resources and opportunities in a better, more logical and informed manner, it involves an intensified focus in a certain field and can sustain its existence only with the existence of others. Today, from technological and medical developments to inventions that make life easier (but increase the potential damage we cause to the environment we live in) and from legal regulations to artistic competence, everything is an outcome of specialization. Increased human life expectancy and an electrical sports-car sent to space are indistinguishable on the plane of specialization, however, they bear distinct and mutually irreducible significance for humanity. Still, specialization, and other concepts it has engendered, are constantly tested by other definitions it has itself created.

In the 12th chapter (‘The Barbarism of “Specialisation”’) of his work The Revolt of the Masses, José Ortega y Gasset examines how the dominance of specialisation in this restricted field has, perhaps, changed nothing in the name of the progress of societies, and that civilisation has returned to the fragmented gaze it possessed in the very beginning. Specialists, representing the hegemony of the bourgeoisie, would stand against ignorance with their broad knowledge, however, in time, benefiting from the prestige provided by this structure, would begin to claim specialization in areas other than their own. Therefore, specialization, after a certain point, runs the risk of turning into barbarism and assuming the dominant character of the ignorance it initially stood against. Hence, the specialist, trying to take strides in uncharted territory, begins to lose his or her irreplaceable position in a society that is becoming ordinary, and turning into a mere mass of people -so the specialist now reacts and discriminates in a similar manner to everyone else. Noam Chomsky, claiming Bertrand Russell’s view that anarchism is the ultimate ideal, fully rejected the legitimacy of structures of dominance and hierarchy. It is in the abovementioned context that one of the ideas that form the basis of his argument is that the structure where specialization has become a goal in itself is unique to Europe.

It is a fact that, while specialization may provide in-depth knowledge in a certain field, it also corresponds to a narrow perspective, because time is limited, and the individual cannot exist in more than one place at the same time. In East of Eden, Steinbeck describes specialists as people who are afraid to stick their heads out of their cages, and therefore miss out on everything outside. This is true from this viewpoint, however, it is also a condition of progress. Producing the most luminous crystal, designing the most durable car, discovering the most unexpected flavours or finding a cure for the deadliest diseases is only possible through specialization. In each video in the exhibition, Ali Kazma documents the present via stories of people that either directly or indirectly enable the progress of society, and live in their own “little” worlds.

The Europeans exhibition at Kıraathane aims, via Ali Kazma’s gaze that scans the present, to question both the past and potential scenarios for the future without stumbling into the trap of anachronism. As the exhibition impels the viewer to contemplate how a definition is packed or unpacked, it examines the boundaries and meaning of the concept of Europe and treats the constantly changing character of this concept in language, art and culture via questions rather than answers. As Europeans tells the story of different lands and different people on these lands, it positions itself on both ends of this gaze. Kazma traces the paths of different lives in order to understand the definition of the European, who Europeans are and where, precisely, Europe is. During this examination, his focal point, once again, is the individual and the body. The body, always a significant basis of the artist’s practice, is present in the exhibition not only in the physical but also in the conceptual sense. Aware of the fact that what he faces is an organism precisely like the one that Brutus confronted, Kazma constructs his narrative around individuals tied to each other with economic, social and cultural ties that form this organism. Within a never-ending pursuit, Ali Kazma captures the zeitgeist in images, and through them, Europeans transports the concept into the domain of questions asked from different perspectives.



Resources:
[1] The Greek historian Plutarch, in his work titled Parallel Lives, describes the bond between Caesar and Brutus with the following words: “It is said that Caesar, too, was not indifferent about the man [Brutus], but gave orders to those who commanded under him not to kill Brutus in the battle, but to spare him; find if he yielded to bring him, and if he resisted being taken, to let him alone and not force him; and this, it is said, he did to please Servilia, the mother of Brutus. For when he was still a youth, he had, it seems, known Servilia, who was passionately in love with him, and as Brutus was born about the time when her love was most ardent, he had in some degree a persuasion that Brutus was his son.”
-Stewart A., & Long G. Plutarch’s Lives, Volume IV (2013) The Project Gutenberg

[2] “Romans, countrymen, and lovers! hear me for my cause, and be silent, that you may hear: believe me for mine honour, and have respect to mine honour, that you may believe: censure me in your wisdom, and awake your senses, that you may the better judge. If there be any in this assembly, any dear friend of Caesar’s, to him I say, that Brutus’ love to Caesar was no less than his. If then that friend demand why Brutus rose against Caesar, this is my answer: -Not that I loved Caesar less, but that I loved Rome more. Had you rather Caesar were living and die all slaves, than that Caesar were dead, to live all free men? As Caesar loved me, I weep for him; as he was fortunate, I rejoice at it; as he was valiant, I honour him: but, as he was ambitious, I slew him.” -Shakespeare W. Julius Caesar (2009), The Project Gutenberg EBook of the New Hudson Shakespeare.

[3] “In such a difficulty always ask yourself: How did we learn the meaning of this word (“good” for instance)? From what sort of examples? In what language-games? Then it will be easier for you to see that the word must have a family of meanings.”
-Wittgenstein L., Philosophical Investigations (1997) Translated by G. E. M. Anscombe, Blackwell, p.36

[4] “Nature creates individuals, not nations, and individuals are sorted out into nationalities only by differences of language, laws and accepted customs. It is only from laws and customs that a given nationality can get its particular mentality, its particular flavour, its particular prejudices.”
-Spinoza B., Treatise on Theology and Politics (2017) Translated by Jonathan Bennett, p.142

[5] Ali Kazma’s Brain Surgeon, a 2007 video in his series Obstructions, is precisely about such an operation.

[6] “The nature of the relationship is often decided not on the basis of the individual personalities (which have been re- pressed anyway by professional identification) but by mutual interest and the affinity of our “goals” as determined by the values, interests and the balance of power within the existing social order. We make deals rather than meet persons. “What can I get out of this relationship?” comes up in the mind at the very moment one says “Hello.” (...) Relationships are determined on the basis of explicit goals rather than on the universal “communality” of the human. Because we all pursue many goals, we also have many different identifications at the same time. But in each case, the result or the goal is greater than the person. It al- so governs, determines the nature of relationships between persons.”
-Vassaf G., Prisoners of Ourselves: Totalitarianism in Everyday Life (2018) İletişim, 2011, p. 181-82.

[7] In this long chapter, the following sentences are particularly striking: “(...) And not it turns out that the actual scientific man is the prototype of the mass-man. Not by chance, not through the individual failings of each particular man of science, but because science itself –the root of our civilisation- automatically converts him into mass-man, makes of him a primitive, a modern barbarian. (...) Specialisation commences precisely at a period which gives civilised man the title “encyclopaedic.” (...) He even proclaims it as a virtue that he takes no cognisance of what lies outside the narrow territory specially cultivated by himself, and gives the name of “dilettantism” to any curiosity for the general scheme of knowledge. (...) The specialist “knows” very well his own tiny corner of the universe; he is radically ignorant of all the rest. (...) And such in fact is the behaviour of the specialist. In politics, in art, in social usages, in the other sciences, he will adopt the attitude of primitive, ignorant man; but he will adopt them forcefully and with self-sufficiency, and will not admit of –this is the paradox- specialists in those matters. (...) The result is that even in this case, representing a maximum of qualification in man –specialisation- and therefore the thing most opposed to the mass-man, the result is that he will behave in almost all spheres of life as does the unqualified, the mass-man.”

-Ortega Y Gasset, J., Revolt of the Masses
https://www.ellopos.net/notebook/masses/index.htm

0 Comments

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.