Heykel, resim ve müzikle birlikte klasik sanatların temelini oluşturur. Alet üretmeyi ve kullanmayı başaran insanın ilk sanatsal uğraşlarından biri olan heykel, sunduğu üç boyutluluk ve tüm duyulara hitap etmesi nedeniyle tarihin her döneminde çekici bir disiplin olma özelliğini korumuştur.
Heykel, resim ve müzikle birlikte klasik sanatların temelini oluşturur. Alet üretmeyi ve kullanmayı başaran insanın ilk sanatsal uğraşlarından biri olan heykel, sunduğu üç boyutluluk ve tüm duyulara hitap etmesi nedeniyle tarihin her döneminde çekici bir disiplin olma özelliğini korumuştur. İnsanın çoğunlukla kendini, kendine benzeyeni veya kendine benzetmek istediğini konu alan heykel, var olabilmek için her zaman işlenecek bir malzemeye ihtiyaç duymasından dolayı diğer disiplinlerden, doğayla olan fiziksel bağının çok daha güçlü olmasıyla ayrılır. Kısacası heykel, doğaya, tarihe, jeolojiye, arkeolojiye ve antropoljiye kendi içinde direkt referansları bulunan, kökleri yerkürenin derinliklerine inen bir disiplindir.
Dolayısıyla bir heykeltıraş da doğayla, doğal olanla, tıpkı bir şifacı gibi iç içe olmak durumundadır. Temelde, bir yandan doğaya dokunmalı, diğer yandan onu anlamalı ve şekillendirmelidir. Bunu teknolojik gelişmeler, yeni malzemeler, yeni düşünce akımları ve yeni teknikler izler. Böylelikle kültür, sanatçının etiyle malzemeyi işlemesi ve aklıyla kavramları irdelemesi sonucunda, ortaya çıkan eserin sorgusu ile kendi çağına ve sonraki çağlara taşınarak birikir ve ilerler. Doğal olarak gelişen bu süreç, kimi zaman bilinçli kimi zaman ise tamamen kendiliğindendir. Sanatın ontolojisi de bu sorgulama, yaratım ve bilinç akışı süreçlerinin bir toplamı olarak hem sanatçıda hem de izleyicide yankı bulur.
Peki ama ilerlemekte olan sanatsal birikim “arke”ye, yani başangıçta olana ne kadar bağlıdır? Başka bir deyişle heykel, sanatçının elinde bir arketipin uzantısına, başlangıçtaki fikrin olası başka bir modeline mı dönüşür? Bu ve ilintili sorular, sanatın eleştirel yapısının, formla, uzamla ve kişisel hatıralarla kesiştiği yol ayrımını oluşturur. Sanatçı ise her ayrımda kimi zaman birden çok yolu izleyerek kendi üslubunu oluşturur ve sanatın sonsuz sinir ağındaki bir başka yolu yaratır.
Kazım Karakaya bu üslubu, tarihsel süreçlerin -birbirine bağımlı veya birbirinden bağımsız- farklı okumalarını, deneysellik ekseninde birleştirerek şekillendiriyor. Eserlerinde organik olanın imgesini inorganik malzeme ile bir araya getirerek, kimi zaman doğada var olan “şeyleri” birbirine ekliyor, kimi zaman ise halihazırda yapıyı bozuyor. Böylece aynı anda hem yapısalcı hem de yapıbozumcu bir yolu izliyor. Günümüzün koşullarında yarattığı eserlerin bir çoğu temelini geçmişten almakta. Ancak İnsan-Hayvan adını verdiği bu yeni sergisinde Karakaya’nın odağında, zamanın bu gezegeni kapsayan sürecindeki iki önemli kırılma noktası yer alıyor.
Bunlardan ilki, insanın varoluşundan bile önce yeryüzünde yer alan hayvanların varoluşu. Sanatçının onlara bakışı, özellikle heykellerin benzetildikleri hayvanların boyutlarına yakın olduğu göz önüne alındığında, gerçeğin bir uyarlaması niteliğinde. Ancak kimi zaman taştan kimi zaman ise metalden yaptığı heykeller, onların Karakaya’nın zihnindeki imgelerinin izdüşümleri halinde vücut buluyor. Yani bu hayvanlar, Platoncu bir söylem ile, gerçeklerinin çoğunlukla gerçeküstü ideaları olarak ete kemiğe değil ama taşa ve metale bürünerek karşımıza çıkıyorlar.
Karakaya’nın odaklandığı bir diğer kırılma noktası ise doğayla sonsuz -ama nafile- bir mücadeleyi seçmiş olan insanın en vahşi hali, savaşçıların ortaya çıkışı. Onlar bir yandan doğayı ehlileştirmeye çalışırken kendinden eski bir geçmişi olan hayvanları evcilleştirmiş, alet kullanabilme becerisini öldürmek veya yaralamak dışında bir işe yaramayacak olan silahları üretmek için kullanmış ve o silahlarla donanarak doğadan aldıklarını yine doğaya karşı kullanmaya çalışacak kadar paradoksal bir uğraşın sembolüdürler. Yani onlar doğal olanın yapay olanla, içgüdüsel olanın akılsal olanla kesiştiği, iradenin kılıcının amansızca bilendiği anın anıtlarıdırlar ve sanatçının heykellerinde bu içsel kaoslarıyla betimlenmektedirler.
Zamanın bu iki kilometre taşı, fiziksel düzlemde, sanatçının ellerinde heykelin üç boyutlu yapısıyla birleşiyor. Düşünsel düzlemde ise Karakaya, kendi yaratım sürecini tanımlarken herhangi bir nesnenin çağırışımlarının okunmasının, mevcut kanının, önsel bilginin yıkılması ile gerçekleştiğini, böylece aynı formun aynı malzemenden farklı yansıtmaları kendi içinde taşıyabileceğini söylüyor. Bu çok katmanlılık hali Lévi-Strauss’un dizisel düşünce dediği şeyi karşılamakta. Yani Karakaya, bir düşünce havuzu içinden belirli bir bilinç akışı içinde çektiği fikirleri sezgisel bir kurguyla birleştirerek, eserin zamansallık boyutunu törpülüyor. Böylece heykeller, zamandan bağımsız ancak zamanın farklı noktalarına referansları olan, geçmişle günümüzü ve hatta olası gelecekleri birleştiren, aynı zamanda kavramların içlerine gizlenmiş sayısız ucu da barındıran bir nitelik kazanıyorlar.
Karakaya’nın malzemenin yapısını, insanın doğayla ve kendiyle -dolayısıyla kendi elinden çıkan yapılarla da- olan bağını, düşüncelerin ve zamanın dinamikleriyle birleştirerek oluşturduğu semboller bütünü, organik ile inorganiğin, rastlantısal ile planlının, günümüz göstergebiliminin inceleme alanı altındaki biyosemiyotik içinde rahatça irdelenebilir. Özellikle 1960’larda Barthes ve Eco gibi kuramcıların geliştirdikleri alandaki, serbest çağırışıma ve deneyselliğe dayalı yaratıcı estetik algısı, sanatçının eserlerinde özellikle bozduğu formları veya bulanıklaştırarak adeta uzun pozlanmış bir fotoğraftaki hareket gibi olasılıkların üstüste gelmiş haline, “idea”ya yaklaştırma şeklinde ortaya çıkıyor. Aynı deneysellik ve açık uçlu okumaya izin veren üslüp, Karakaya’nın soyut ve somut olanı her defasında farklı kombinasyonlarla yorumlamasına olanak sağlıyor.
Sanatın temelindeki anlatım sancısı, bu heykellerde gerek formdaki gerekse konudaki karşıtlıklarla ortaya konmuş. Örneğin köşeli ve sert hatları akla getiren bir savaşçının kıvrımları veya tam tersine genellikle yuvarlak hatlı kas gruplarından oluşan bir hayvan bedeninin, sert, köşeli görüntüsü, malzemenin dokusuna eklendiğinde, eserlerin her biri alışılmışı yıkan bir balyoz darbesine dönüşüyor. Bu haliyle izleyende büyük bir etki bırakan her heykel, bir yandan “arke”yi yakalarken diğer yandan bu kutsallaşmış başlangıç imgesini ikonoklastik bir tavırla yerle bir ediyor. Tıpkı Francis Bacon’ın Et İle Figür tablosunda konu edindiği dünyalı beden ile astral ruhun sonsuz karmaşasındakine benzer bir şekilde Kazım Karakaya, organik ile inorganiği, geçmiş ile geleceği, sistematik ile sezgiseli, somut ile soyutu, primitif ile gelişmişi, bütün bu kavramların sınırlarında gezerek ve onları deneysel algı katmanlarında birleştirerek “kanlı canlı” heykellere dönüştürüyor. Böylelikle sergi, onu oluşturan farklı kültürel temellerin senteziyle, yalnız klasik şekilde geçmişten geleceğe doğru değil aynı zamanda olası gerçekliklerin oluşturduğu kolektif bir yapıdan başlayarak retrospektif okumayı da içinde barındırıyor.
Milli Reasürans Galeri’de 29 Mart’ta açılan Kazım Karakaya’nın “İnsan-Hayvan” adlı sergisi 29 Nisan’a kadar izlenebilir.
0 Comments
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.