Faşizmin yutamadığı lokma: Anıtsallık


İlkel ve gelişmiş toplumların yapısı incelendiğinde, birçoğunda ayrıcalıklı ancak sanki öyle değilmiş gibi görünmeyi tercih eden bir kesimin varlığına rastlanır. Napoléon Bonaparte’ın da -Rusya’daki “şanlı” düşüşünden önce kendisinin de bir örneği olduğu şekilde- dediği gibi tarihi hep kazananlar yazmıştır. Bu nedenle onların açıkça yüksek topraklarda durdukları gerçeği geri kalanlardan hep biraz gizlenmiştir. Mal, hizmet, eğitim gibi toplumsal zenginliğin bütün çeşitlerine erişimi olan ayrıcalıklı kesimin üyelerinin kimi zaman bu statüye doğuştan gelen haklar sayesinde kavuştuğu bilinse de temelinde bu gücün kazanımında mutlaka bir tür şiddet yatar. Yani ayrıcalıklı olanlar ve yönetici toplumsal sınıf tarih boyunca hep kol kola yürüyen iki kavram olmuştur.

Napoleon Ölüm Döşeğinde – Jean-Baptiste Mauzaisse

Ayrıcalıklı bir sınıfın varlığı, toplum dinamiklerini temelden etkiler. Ancak bu sınıfın üyelerinin kimler olduğu, bu kişilerin nasıl ve hangi yollarla bu sınıfa dahil olduklarını incelemek, bireysel ve kitlesel psikoloji aracılığıyla ayrıcalıklı olanlar ve yönetici toplumsal sınıf ilişkisine dair önemli ipuçları vermektedir. California Cubberley Lisesi’nde 1967 yılının Mayıs ayında Ron Jones adlı öğretmenin çağdaş dünya tarihi dersi için yaptığı deney, sınıftaki öğrencilerin bir kısmının rastgele seçilmesi ve onlara ayrıcalıklı haklar verilmesiyle başlamış, yalnızca dördüncü günün sonunda işler çığırından çıktığı için deney bitirilmek zorunda kalmıştır. Deneyin sonunda ayrıcalık verilen öğrencilerin diğerleri üzerinde psikolojik ve fiziksel şiddet uyguladıkları gözlenmiştir. Şiddetin dozuyla doğru orantılı olarak, seçilen öğrencilerin haklı nedenlerle seçildikleri sanrısı da yükselmiş, deneyin sonlandığı dördüncü günün ardından her iki gruba dahil öğrenciler uzun süre psikolojik tedavi görmek zorunda kalmışlardır.[1]

Yakın geçmişte, yine California’da bu kez Berkeley Üniversitesi’nde yapılan bir başka deney ise toplumsal ayrımın psikolojik şiddeti üzerine odaklanıyor. İronik biçimde aslında amacına daha da hizmet edecek şekilde kuralları değiştirilmiş bir Monopoly oyunu üzerinden ilerleyen bu deneyde, yazı tura atışıyla belirlenen taraflardan biri diğerine göre, rakibin hep iki katı kira ödemesi veya başlangıç karesinden her geçişte normalin iki katı para almak gibi üstün haklara sahip oluyor ve bu kişinin kaybetmesi imkânsız hale geliyor. Paul Riff 2013 yılındaki TED konuşması sırasında bu deneyle ilgili gizli kamera görüntülerini izleyicilerle paylaşmıştı. Tamamen şansla seçilen ayrıcalıklı oyuncuların, turlar ilerledikçe verdikleri fiziksel tepkiler bir hayli şaşırtıcı türden. Bu oyuncular, deneyi ilerledikçe onlara sunulan ayrıcalıkların hak edilmiş kazanımlar olduğuna öyle inanıyorlar ki, karşılarındaki oyuncuyu giderek daha çok rahatsız etmeye, hatta kimi zaman onların özel alanlarına dahi girerek dezavantajlı tarafı tahrik etmeye başlıyorlar. [2] Bu iki örnekte de görüldüğü üzere, yönetim erki çoğunlukla ayrıcalıklı olmakla ilişkilendirilmiş ancak bunun bir nedeni değil sonucu olarak algılanmıştır. Bu da bizi haklının mı güçlü, yoksa güçlünün mü haklı olması gerektiği üzerine etik bir sorguya yönlendiriyor. Fakat örneklerde gözlemlenen ortak davranış biçimi, ayrıcalıklı olma durumunun meşrulaştırılması üzerine bu insanların, başkalarının hayatlarını etkiyebilecek -ve çoğunlukla baskıcı- kararlar alabilecek yetkinlikte olduklarına önce kendi kendilerine karar verebilmeleri sonra da bunları bir tür vicdani rahatlık içerisinde uygulamalarıdır.

Masa üstü Monopoly Oyunu

Günümüzde bu tip ayrıcalık sahibi baskıcı sınıflar faşizm tanımı içine dahil edilmektedir. Bunu daha iyi anlamak için kavramın kökenine inmek gerekiyor. Faşizm, etimolojik olarak Latincede paket, balya, demet anlamlarını taşıyan fasces kelimesinden geliyor. Ancak bu da Etrüsk ve Antik Roma zamanında bir balya odunun ortasındaki baltayla sembolize edilen yargının gücü kavramından gelmektedir. [3] Benito Mussolini liderliğinde 1922’de kurulan Ulusal Faşist Parti de ambleminde bunun bir uyarlamasını kullanmıştır. [4] Kısacası faşizmin kökleri bugün halen sorguladığımız birlik ve adalet ilişkisine uzanmaktadır. Faşizm kavramının Roma’nın coğrafi ve doğal olarak birinci dereceden kültürel mirasçısı İtalya’da ortaya çıkması bu nedenle çok da şaşırılacak bir şey değil. Öyle ki fasces kelimesi İtalyancayafascio (çoğulu fasci) şeklinde geçmiş ve bu dilde birlikten doğan kuvvet anlamına kavuşmuştur. Görülüyor ki bu kavram, tarihin kültürlerarası kulaktan kulağa oyununda, birliğin adaletinden -şüphesiz ki bu durumun da yine bir kesimin kendini meşrulaştırması zemininde düşünülmesi gerekir- güçlünün haklılığına ve baskının olağanlaştırılmasına evrilmiştir. Google verilerine göre faşizm terimi 1915 öncesi farklı dillerdeki yazılı kayıtlarda neredeyse hiç geçmiyor. Bu tarihten yani Birinci Dünya Savaşı’nın bitiminden bir yıl sonra başlayan dönemde ise kullanım giderek yaygınlaşıyor. Ancak İngilizce kaynaklarda 1940’ların ortalarında en sık kullanımına rastlanan ve sonra eskiye göre kullanım sıklığı azalan kavram, geçmişinde bunun izlerini taşıyan ülkelerin dillerindeki, İtalyanca, Almanca, İspanyolca ve Rusça kaynaklarda özellikle 1960 sonrasında giderek hep daha çok yer almış. [5]

Faşizmin neden ve hangi şartlar altında ortaya çıktığı, zaman zaman kendini unutturup sonrasında tıpkı iyileşmek bilmeyen bir hastalık gibi nasıl nüksettiği, özellikle son yıllarda küresel çapta yaşanan gelişmeler göz önünde bulundurulduğunda, cevapları giderek daha da önemli hale gelen bir sorunun alt başlıklarını oluşturuyor. Fakat kendini sürekli meşrulaştırmaya çalışan söylemin, bu amaçla kullandığı en önemli unsurları anlamak, aynı zamanda bu çağdaş sorunu çözmek adına önemli bir adımı beraberinde getiriyor. İkinci Dünya Savaşı sırasında büyük en güçlü çağını yaşayan, İtalyan, Alman, İspanyol ve Rus faşizminin topluluklar üzerindeki otoritesini sürekli hale getirme çabası yoğunlukla, mimarlık, sanat, edebiyat ve bunların bilimsel algı teknikleriyle birleşiminden doğan propaganda alanında olmuştur.

Almanya’da 1941 yılında basılan bir posta pulu.

Başta müzik ve plastik sanatlar olmak üzere yaratının birçok farklı yolu, faşizmin hizmetine sunulmuş, dönemin büyük zekâlarının sistematik yöntemleriyle kitleler üzerinde uygulanmıştır. Yaratının odağındaki bu dramatik değişim öyle etkili olmuştur ki, bunun en göze çarpan örneklerinden biri olan Nazi Partisi’nin propaganda bakanı Joseph Goebbels’in prensipleri, günümüzde halen birçok eğitim kurumun müfredatında bulunmaktadır. Bu ideolojinin kullandığı bir başka yöntem ise mimaride ve sanatta anıtsallıktır.

Örneğin Milano Merkez Tren İstasyonu’nun 1864’teki açılışından sonra, artan yolcu trafiğini karşılayabilmek adına genişletilmesi sırasında dönemin başbakanı Mussolini, halihazırdaki plan üzerinde birçok değişiklik yaparak onu faşist propagandaya hizmet eden anıtsal bir yapıya dönüştürmüştür. [6] Aynı şekilde Hitler’in de Berlin için Albert Speer yönetiminde “Dünya Başkenti” -isim bir yerden tanıdık geldi mi?- adında, hiçbir zaman uygulanamayan bir mimari projesi vardı. [7] Bu proje, içerdiği yapısal ve sanatsal öğelerin birleşimiyle, bir yandan anıtsal mimarinin olduğu kadar, anıtsal şehir planlamacılığının da bir örneğini oluşturuyor, diğer yandan ise bu ideolojinin amaçladığı meşrulaşma ve otoriterlik özelliklerini taşıyordu.

Milano Merkez Tren İstasyonu'nun mimarisindeki faşist sembollerden birkaçı.

Faşist söylemin anıtsallıkla göz ardı edilemez bir bağı bulunsa da anıtsal mimarinin veya sanat eserlerinin her zaman bu kavramla bağlantılı olduğunu söylemek doğru değil. Henüz faşizmin ortaya çıkışına binlerce yıl varken yapılan Mısır piramitleri, o güne değin görülmemiş büyüklükteydi ve yenilmez kabul edilen bir otoritenin sembolleri olsalar da asıl amaçları diniydi. Aynı şekilde Paskalya Adası’ndaki Moai heykelleri de kendi inanışlarını kutsamak adına Rapa Nui toplumunun yaptığı anıtsal boyuttaki idollerden başka bir şey değildi. Kısacası sanatsal veya mimari açıdan belli bir fikri ya da inanışı yücelten yaratıların tümü baskıcı olmak gibi bir işlev üstlenmiyordu. Ancak faşizm, ayakta kalabilmek adına anıtsallığın tüm etkisinden yararlanmak zorundaydı. Dolayısıyla günümüzde anıtsallık, özellikle çağdaş sanatta belki kavramsal ve estetik kuşkuculuğun yanına bir de ideolojik olanın eklenmesini son derece doğal bir refleks haline geliyor.

Yine de bunun bir paranoyaya dönüşmesi büyük bir ihtimal. Ortaya çıkardıkları eserlerle büyük eleştirilere maruz kalan Damien Hirst ve Anish Kapoor gibi sanatçıların anıtsal yapıtları nasıl yorumlanmalı? Bunlar ayrıcalıklı bir sanatçı sınıfının kutsadığı serbest piyasa ekonomisinin vahşi faşizminin sonuçları mıdır yoksa zaten kökten sorunlu bir ideolojinin elinde oyuncak olan anıtsallık kavramının aslen masum fakat yanlış anlaşılmış uzantıları mı?

2012 Olimpiyatları’nın kapanış törenlerinde sergilenen Damien Hirst’ün Dönen Bayrak adlı anıtsal eseri.

Eleştirel aklın gelecekte bize neler göstereceğini ve hangi soruları nasıl cevaplayacağını hep birlikte göreceğiz ama anıtsallığın faşizmin bir fonksiyonu olmadığı ve fakat onun sadece hayatta kalabilmek adına genetiğini değiştirerek yutmaya çalıştığı lezzetli bir kavram olduğu bir gerçek.


0 Comments

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.