Etrafı geniş caddelerle çevrili devasa meydan, türlü yaş gruplarından, uyruklardan, kültürlerden, sayısız insanla doluydu. Her biri alanın bir başka yerinde yürüyor, kimileri ikişerli üçerli gruplar halinde etrafı inceliyor veya kendi aralarında konuşuyor, uzakta bir turist kafilesi, en önde, elinde şemsiyesiyle diğerlerine önderlik eden tur rehberiyle birlikte, her şeyin merkezindeki anıtsal heykeli inceliyordu. Güneşin tüm tahminleri yanıltarak, şehrin havasındaki nemle birlikte kavurucu bir sıcağı iliklerimize kadar hissettirdiği, oysa ılık başlamış bir Mayıs öğleden sonrasıydı. Oteldeki hafif kahvaltımın ardından Franz Kafka'nın Milena'ya mektuplar yazdığı Café Cental'de biraz dinlenmiş, içtiğim yoğun kahvenin ardından, şehirden ayrılmadan önce görmek istediğim yerler listemin en başında olan Viyana Doğa Tarihi Müzesi'ne ulaşana kadar aklımda bir yandan bu yer hakkında söylenen bitmek bilmez övgüler sıralanıyor, diğer yandan karşılaşacağım manzaranın beni ne kadar etkileyeceğini merak ediyordum. Bir gece öncesinde, Viyana Sanat Tarihi Müzesi'nde 16. Yüzyıl Dahisi Matrakçı Nasuh sergisinin açılışını yapmıştık ve üzerinde uzun süredir çalıştığım bu projenin bir adımını daha gerçekleştirmiş olmanın mutluluğunu, günlerdir geceli gündüzlü çalışmalarımızın sonundaki yorgunluktan çok daha yoğun hissediyordum. Bu nedenle ne yakıcı güneş, ne sokaklardaki kalabalık, ne de Café Central'de birkaç sayfa da olsa kitap okumak için zaman bulamamış olmam beni yavaşlatamamıştı.
Şehrin göbeğinde, güney batıda konumlanmış yer, Volkstheater ile Heldenplatz arasında kalıyor. Maria-Theresien Platz adını taşımakta olan bu meydanın ortasında ise Maria Theresa Anıtı tüm ihtişamıyla yükseliyor. Turistlerin uğrak mekanlarından olan bu meydanın bir yanında Doğa Tarih Müzesi, diğer yanında ise Sanat Tarihi Müzesi bulunmakta. İki müze de Viyana için büyük önem taşıyor ancak şehirde, aralarında Albertina, Kuntshalle Wien, Mumok, MAK ve Leopold'un da olduğu, kimi klasik kimi çağdaş eserlere ağırlık veren bir çok farklı sanat müzesi de var. Buna karşılık Doğa Tarih Müzesi, hem Viyana hem de Avrupa'nın geneli için çok özel ve eşsiz bir örnek oluşturuyor.
Maria-Theresien Platz'dan geçip müzenin büyük kapılarından içeri girdikten sonra hemen sol tarafta konumlanmış bilet gişelerine yöneldim. Şaşırtıcı bir biçimde giriş için tam bilet sadece 10 Avro'ydu. Bu büyüklükte ve kapsamda bir müzenin ülkemizde olsa giriş ücreti muhtemelen çok daha fazla olurdu. Ancak Avrupa'da müzelerin ve müzeciliğin bizdekinden daha köklü bir kültüre dayandığı düşünülürse bu sonuç çok da şaşırtıcı değil aslında.
İmparator Franz Joseph I. tarafından yapılmasına karar verilen ve mimarlığını Gottfried Semper ile Carl Hasenauer'ın yaptığı, kütüphaneler, ofis ve çalışma alanları, tuvaletler, kafe, restoran, restorasyon, depolama ve temizlik bölümleri haricinde toplamda 8,700 metrekarelik bir sergileme alanına sahip, iki kattan oluşan müze, ziyaretçilere 39 odadan oluşan bir mimari yapı içinde hizmet veriyor. Bu, camlı bölmeler içinde sergilenen parçaların bulunduğu her oda başına ortalama 225 metrekare demek. 2011'de yapılan sayıma göre müzenin toplam koleksiyonu yaklaşık 30 milyon parçadan oluşuyordu. O günden bu yana bu sayının belirgin şekilde arttığı düşünülebilir. Konuyla ilgili danıştığım yetkililer, müze yönetiminin sistematik şekilde yaptığı yıllık planlar dahilinde, düzenli bir biçimde koleksiyonunu geliştirmeye devam ettiğini belirttiler.
Müzenin karşılama alanını geçip merdivenlerden çıktım ve ilk katı gezmeye başladım. Müzenin ilk 5 odası minerallere, taşlara ve meteoritlere ayrılmış. Eski ve ahşap camekanların içlerine yerleştirilmiş binin üzerinde taş ve mineral örneğini bu odalarda bulmak mümkün. Henüz daha ilk odaya girmeden, kapının yanında bir küçük tabelaya ilişiyor gözüm. Orada, içeride sergilenmekte olan örneklerin, müzenin elindeki toplam parçaların küçük bir bölümü olduğunu öğreniyorum. Müzenin yalnızca bu alan için elindeki örnek sayısı 4500 parça civarındaymış. Tüm örnekler düzgün şekilde tasnif edilmiş ve her birinin altında dünyanın hangi bölgesinden geldiği, örneğin adıyla birlikte yazılmış. Değerli taşların olduğu odada ise özel bir sergileme yöntemi kullanılmış. Bu alandaki çok özel ve eski değerli mineraller, kimi işlenmiş kimi saf haliyle, güvenlikli cam ardında sergileniyor. Beşinci oda ise meteoritler sergienmekte. Bu alandaki örnekler, Avrupa'nın en eskileri. Dolayısıyla özellikle bu oda daha da önem kazanıyor. İçeride çok iyi korunmuş meteorit örnekleri, her biri düzgün şekilde kataloglanmış halde özel bölmelerde sergileniyor. Dünyanın farklı yerlerinden gelen parçaların kimileri insanı şaşırtacak derecede büyük boyutlu.
Sonraki dört oda fosillere ve yeryüzündeki canlıların başlangıcına dair bulgularla dolu. Mikroskobik boyuttaki tek hücreli canlılardan çok hücrelilere geçiş süreci, yüzgeçliler, ara formlar ve nihayet ilk sürüngenler yaklaşık bin metrekarelik alanda detaylı bir anlatımla izleyicilere sunulmuş. Müzenin dikkat çeken yanlarından biri de teknolojinin çok iyi kullanılmış olması. Örneğin fosiller bölümünde yer alan bir ekranın önündeki çarkları çevirerek, bir atın çağlar boyunca evrimi ve bu evrim sürecinde değişen doğa koşulları gözlemlenebiliyor. Bu yetişkinler için keyifli bir uygulama olduğu kadar çocukların öğrenim sürecinde de olumlu sonuçlar doğurabilecek bir görsel-işitsel şablon. Müze bu tip uygulamaları farklı alanlarda ve farklı şekillerde kullanmayı başarabilmiş. Bu yönüyle sıradan bir sergileme mantığının ötesine geçen müze, kadrosunda yalnızca bilim insanlarını barındırıp görselliğe yeteri kadar önem veremeyen ve bu yüzden her kesime hitap edemeyen, artık yavaş yavaş miadını dolduran klasik müzecilik anlayışından birkaç adım öne çıkabiliyor.
Bu bölümün ardından daha popüler olan bir başkası geliyor: Tabii ki dinozorlar! Farklı yapılarda, farklı boyutlarda ve farklı beslenme türlerine sahip bir çok dinozorla ilgili bilginin bulunduğu bu alandaki en etkileyici şey, ortalama odalardan çok daha büyük olan bir odaya kurulmuş bu sergilemenin ortasında boylu boyunca uzanan eksiksiz bir Brontosaur iskeleti. Sanki tüm oda onun etrafında şekillenir gibi kurgulanmış. Odanın bir diğer önemli parçası ise bir robot. Evet bu defaki şaşırtıcı şekilde gerçek bir parça değil. Ancak bu robot gerçek dinozora sadık kalınarak üretilmiş ve harekete geçtiğinde olağanüstü bir gerçekçilikle yürüyor, bağırıyor ve kimi zaman seyircilere doğru bir saldırı hamlesi dahi yapıyor. Tıpkı bir film setinden çıkmış gibi gerçekçi duran robot odanın içindeki teknolojik ve ilgi çekici unsur haline geliyor böylece.
11,12 ve 13 numaralı odalar tarih öncesi devirlere ayrılmış. Burada eski uygarlıkların nasıl yaşadığına dair bir çok bulgu var. Kıyafetler, silahlar, tarım ekipmanları ve hatta dinsel semboller, camekanların içinde sergileniyor. Bu bölümün aynı zamanda çok ilgi çekecek iki alt bölüme de ev sahipliği yapmakta. Bunlardan ilki Doğu Avrupa'da bulunan en eski altın objeler olan farklı boyutlardaki üç altın disk. Bu disklerin ne olarak kullanıldığı çok belli olmamakla birlikte, süs eşyası veya dinsel törenlerde kullanılan objeler oldukları sanılmakta. Fakat bu bölümün en önemli ve en değerli buluntusu şüphesiz 25.000 yıllık olduğu düşünülen Willendorf Venüs'ü. Bu küçük biblo, Anadolu ve Mezopotamya gibi köklü geçmişe sahip kültürlerde de rastladığımız, geniş kalçaları ve büyük göğüsleriyle tasvir edilen doğurganlık sembolünün farklı bir versiyonu. Görsel olarak bir çoğumuzun aşina olduğu bu figür temelde Kibele'yle ciddi benzerlikler taşıyor. Sembolün bu denli yaygın olarak bulunması da kültürün taşındığının önemli işaretlerinden biri olarak zihnimizde yer ediyor.
Sonraki iki oda, antropolojik bulguları kapsamakta. Buraya Madame Tussaud standartlarında balmumu heykellerle insanın evrimine dair figürler yerleştirilmiş. Bu figürler öylesine gerçekçi ve her an canlanacakmış gibi duruyor ki kimi zaman gözlerinin içine bakmaktan biraz çekindiğimi itiraf etmeliyim. Bu bölümde aynı zamanda insan kabilelerinin yaşayışlarına dair de bir çok buluntu ve bu yaşayış tarzlarını, göçleri anlatan türlü haritalar var.
İlk katın son bölümü, içeri giriş için ayrı bir bilet alınması gereken planetarium. Bina içinde yapılmış bu kubbe şeklindeki sinema salonunda yıldızlar, gök cisimleri, gezegenler ve gökyüzü olayları incelenebiliyor. Bunun yanı sıra tüm bu detaylarla ilgili bilgiler de veriliyor. Seanslar halinde günün belli zamanlarında yapılan bu sunum, izleyicilere yine teknolojiden yararlanarak sıradışı bir deneyim sunuyor.
Alt kattaki tur bittiğinde, akşamki uçağıma yetişmek için hızlıca gezmek zorunda kalmama rağmen iki saate yakın bir zamanın geçtiğini fark ettim. Bunca bulgunun ve sergilenen parçanın içinde geçirdiğim zaman aklımı ve bedenimi yormuştu ama üst katı mutlaka görmeliydim. Bu heyecanlı tarihsel serüvenin, üst katta da devam ettiğinin farkındaydım ve açıkçası beklentim giderek artıyordu. Geniş merdivenlerden ikinci kata bir çırpıda çıktım. Bu katın ortasında kafe bölümü bulunmaktaydı. Müzeyi gezmek için benden fazla zamanı bulunan ziyaretçiler burada dinleniyor, kahvelerini içerken çoğunlukla biraz önce gezdikleri yirmi oda hakkında kendi aralarında konuşuyorlardı.
İkinci kat, mikrokosmos odasıyla başlıyor. Bu oda mikroskobik canlıların ve böcek boyutundan küçük organizmaların sergilendiği bir alan. Yine teknolojiden oldukça faydalanılarak bir çok simülasyon ve video hazırlanmış. Hemen ardından ise müzenin en büyük ve son bölümü geliyor. Bu bölüm böceklerden sürüngenlere, deniz canlılarından kuşlara, yüzlerce tür hayvanı barındırıyor. Her oda birbiri ardına uzayıp giderken, alt kattakinden farklı biçimde, küçük odacıklar şeklinde kurulmuş camekanların içleri bu hayvanların doğal yaşam ortamlarına sadık kalınarak düzenlenmiş. Tüm hayvanlar, bu camekanların içlerinde toplu halde sergileniyor. Çoğunluğu doldurulmuş farklı cinslerde ve türlerdeki bu hayvanların, çoğu zaman alt türleri veya aynı türün farklı kıtalardaki çeşitleri yan yana konumlandırılmış.
Bu odalar arasından ilgimi en çok çekenler deniz canlıları ve kuşlar oldu. Deniz canlılarına ayrılmış bölümde, müzenin diğer kısımlarıdan çok daha farklı bir sergileme şekli seçilmişti. Daha odalara girdiğinizde içerideki tuz kokusu ve tavan dahil tüm duvarlarda yansıtma ile yapılan denizaltı efekti sizi içine çekmeyi başarıyor. Bunun üzerine deniz canlıları, örneğin köpekbalıkları dev bir akvaryuma benzeyen camekanın içinde asılı duruyorlar. Tabii ki bu camekanda da yansıtmayla içinde su varmış izlenimi yaratılmış. Camekanın çevresindeki düğmelere basılı tuttuğunuzda ise hangi köpekbalığının düğmesine bastıysanız, içeride duran ilgili balığın üzerindeki ışık yanmaya başlıyor. Böylece doğal bir denizaltı manzarası şeklinde kurgulanan camekanın içindeki adeta tanrısal ışık, sizi o gerçeklikten koparıyor ve müzede olduğunuzu hatırlatırcasına, mizansene bilimsel dokunuşunu gerçekleştiriyor. Kuşlara ayrılmış bölüm ise neredeyse böceklerdeki kadar geniş bir çeşitlilik sunuyor. Kuşlar öyle iyi korunmuş ve istiflenmiş ki, odanın ortasında durduğunuzda hangi yöne bakarsanız bakın bir yerde bir parıldama olduğunu görüyorsunuz. Bu parıldama elbette ki belli bir yöndeki kuşların tüylerinden geliyor. Çok çeşitli kuşların yer aldığı camlı bölmelerde yalnızca bir baykuşun bile on beşe yakın çeşidini (albino baykuş da buna dahil) görmek mümkün.
Yaklaşık beş saat süren gezimin ardından hem zihnen hem de bedenen oldukça yorulmuştum. Müzenin merdivenlerinden aşağıya inerken, saatler içerisinde milyonlarca yıllık bir hikayeye şahitlik ettiğimin bilincine halen tam olarak varabilmiş değildim. Havaalanına gitmeden önce çok vaktim kalmamıştı ancak yaşadığım bu deneyim her saniyesini sonuna kadar hak etmişti. Müzenin kapısından geniş meydana yeniden çıktığımda derin bir nefes alıp büyük bir farkındalıkla çevreme göz attım. Mayıs güneşi birkaç saat öncesi kadar yakmıyordu tenimi. Aklımda Hayyam'ın dizeleriyle bavulumu almak üzere otelime doğru yürümeye başladım.
Bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye?
Ne zaman yıkılıp gidecek bu güzelim kubbe?
Aklın yollarıyla ölçüp biçemezsin bunu sen
Mantıkların, kıyasların sökmez senin bu işte.
Volkstheater
Şehrin göbeğinde, güney batıda konumlanmış yer, Volkstheater ile Heldenplatz arasında kalıyor. Maria-Theresien Platz adını taşımakta olan bu meydanın ortasında ise Maria Theresa Anıtı tüm ihtişamıyla yükseliyor. Turistlerin uğrak mekanlarından olan bu meydanın bir yanında Doğa Tarih Müzesi, diğer yanında ise Sanat Tarihi Müzesi bulunmakta. İki müze de Viyana için büyük önem taşıyor ancak şehirde, aralarında Albertina, Kuntshalle Wien, Mumok, MAK ve Leopold'un da olduğu, kimi klasik kimi çağdaş eserlere ağırlık veren bir çok farklı sanat müzesi de var. Buna karşılık Doğa Tarih Müzesi, hem Viyana hem de Avrupa'nın geneli için çok özel ve eşsiz bir örnek oluşturuyor.
Maria Theresa Anıtı
Maria-Theresien Platz'dan geçip müzenin büyük kapılarından içeri girdikten sonra hemen sol tarafta konumlanmış bilet gişelerine yöneldim. Şaşırtıcı bir biçimde giriş için tam bilet sadece 10 Avro'ydu. Bu büyüklükte ve kapsamda bir müzenin ülkemizde olsa giriş ücreti muhtemelen çok daha fazla olurdu. Ancak Avrupa'da müzelerin ve müzeciliğin bizdekinden daha köklü bir kültüre dayandığı düşünülürse bu sonuç çok da şaşırtıcı değil aslında.
Viyana Doğa Tarih Müzesi
İmparator Franz Joseph I. tarafından yapılmasına karar verilen ve mimarlığını Gottfried Semper ile Carl Hasenauer'ın yaptığı, kütüphaneler, ofis ve çalışma alanları, tuvaletler, kafe, restoran, restorasyon, depolama ve temizlik bölümleri haricinde toplamda 8,700 metrekarelik bir sergileme alanına sahip, iki kattan oluşan müze, ziyaretçilere 39 odadan oluşan bir mimari yapı içinde hizmet veriyor. Bu, camlı bölmeler içinde sergilenen parçaların bulunduğu her oda başına ortalama 225 metrekare demek. 2011'de yapılan sayıma göre müzenin toplam koleksiyonu yaklaşık 30 milyon parçadan oluşuyordu. O günden bu yana bu sayının belirgin şekilde arttığı düşünülebilir. Konuyla ilgili danıştığım yetkililer, müze yönetiminin sistematik şekilde yaptığı yıllık planlar dahilinde, düzenli bir biçimde koleksiyonunu geliştirmeye devam ettiğini belirttiler.
Müzenin karşılama alanını geçip merdivenlerden çıktım ve ilk katı gezmeye başladım. Müzenin ilk 5 odası minerallere, taşlara ve meteoritlere ayrılmış. Eski ve ahşap camekanların içlerine yerleştirilmiş binin üzerinde taş ve mineral örneğini bu odalarda bulmak mümkün. Henüz daha ilk odaya girmeden, kapının yanında bir küçük tabelaya ilişiyor gözüm. Orada, içeride sergilenmekte olan örneklerin, müzenin elindeki toplam parçaların küçük bir bölümü olduğunu öğreniyorum. Müzenin yalnızca bu alan için elindeki örnek sayısı 4500 parça civarındaymış. Tüm örnekler düzgün şekilde tasnif edilmiş ve her birinin altında dünyanın hangi bölgesinden geldiği, örneğin adıyla birlikte yazılmış. Değerli taşların olduğu odada ise özel bir sergileme yöntemi kullanılmış. Bu alandaki çok özel ve eski değerli mineraller, kimi işlenmiş kimi saf haliyle, güvenlikli cam ardında sergileniyor. Beşinci oda ise meteoritler sergienmekte. Bu alandaki örnekler, Avrupa'nın en eskileri. Dolayısıyla özellikle bu oda daha da önem kazanıyor. İçeride çok iyi korunmuş meteorit örnekleri, her biri düzgün şekilde kataloglanmış halde özel bölmelerde sergileniyor. Dünyanın farklı yerlerinden gelen parçaların kimileri insanı şaşırtacak derecede büyük boyutlu.
Müzenin içinden bir görünüş
Sonraki dört oda fosillere ve yeryüzündeki canlıların başlangıcına dair bulgularla dolu. Mikroskobik boyuttaki tek hücreli canlılardan çok hücrelilere geçiş süreci, yüzgeçliler, ara formlar ve nihayet ilk sürüngenler yaklaşık bin metrekarelik alanda detaylı bir anlatımla izleyicilere sunulmuş. Müzenin dikkat çeken yanlarından biri de teknolojinin çok iyi kullanılmış olması. Örneğin fosiller bölümünde yer alan bir ekranın önündeki çarkları çevirerek, bir atın çağlar boyunca evrimi ve bu evrim sürecinde değişen doğa koşulları gözlemlenebiliyor. Bu yetişkinler için keyifli bir uygulama olduğu kadar çocukların öğrenim sürecinde de olumlu sonuçlar doğurabilecek bir görsel-işitsel şablon. Müze bu tip uygulamaları farklı alanlarda ve farklı şekillerde kullanmayı başarabilmiş. Bu yönüyle sıradan bir sergileme mantığının ötesine geçen müze, kadrosunda yalnızca bilim insanlarını barındırıp görselliğe yeteri kadar önem veremeyen ve bu yüzden her kesime hitap edemeyen, artık yavaş yavaş miadını dolduran klasik müzecilik anlayışından birkaç adım öne çıkabiliyor.
Bu bölümün ardından daha popüler olan bir başkası geliyor: Tabii ki dinozorlar! Farklı yapılarda, farklı boyutlarda ve farklı beslenme türlerine sahip bir çok dinozorla ilgili bilginin bulunduğu bu alandaki en etkileyici şey, ortalama odalardan çok daha büyük olan bir odaya kurulmuş bu sergilemenin ortasında boylu boyunca uzanan eksiksiz bir Brontosaur iskeleti. Sanki tüm oda onun etrafında şekillenir gibi kurgulanmış. Odanın bir diğer önemli parçası ise bir robot. Evet bu defaki şaşırtıcı şekilde gerçek bir parça değil. Ancak bu robot gerçek dinozora sadık kalınarak üretilmiş ve harekete geçtiğinde olağanüstü bir gerçekçilikle yürüyor, bağırıyor ve kimi zaman seyircilere doğru bir saldırı hamlesi dahi yapıyor. Tıpkı bir film setinden çıkmış gibi gerçekçi duran robot odanın içindeki teknolojik ve ilgi çekici unsur haline geliyor böylece.
Gerçekçi dinozor robotu önündeki düğmeye basıldığında hareket ediyor
11,12 ve 13 numaralı odalar tarih öncesi devirlere ayrılmış. Burada eski uygarlıkların nasıl yaşadığına dair bir çok bulgu var. Kıyafetler, silahlar, tarım ekipmanları ve hatta dinsel semboller, camekanların içinde sergileniyor. Bu bölümün aynı zamanda çok ilgi çekecek iki alt bölüme de ev sahipliği yapmakta. Bunlardan ilki Doğu Avrupa'da bulunan en eski altın objeler olan farklı boyutlardaki üç altın disk. Bu disklerin ne olarak kullanıldığı çok belli olmamakla birlikte, süs eşyası veya dinsel törenlerde kullanılan objeler oldukları sanılmakta. Fakat bu bölümün en önemli ve en değerli buluntusu şüphesiz 25.000 yıllık olduğu düşünülen Willendorf Venüs'ü. Bu küçük biblo, Anadolu ve Mezopotamya gibi köklü geçmişe sahip kültürlerde de rastladığımız, geniş kalçaları ve büyük göğüsleriyle tasvir edilen doğurganlık sembolünün farklı bir versiyonu. Görsel olarak bir çoğumuzun aşina olduğu bu figür temelde Kibele'yle ciddi benzerlikler taşıyor. Sembolün bu denli yaygın olarak bulunması da kültürün taşındığının önemli işaretlerinden biri olarak zihnimizde yer ediyor.
Sonraki iki oda, antropolojik bulguları kapsamakta. Buraya Madame Tussaud standartlarında balmumu heykellerle insanın evrimine dair figürler yerleştirilmiş. Bu figürler öylesine gerçekçi ve her an canlanacakmış gibi duruyor ki kimi zaman gözlerinin içine bakmaktan biraz çekindiğimi itiraf etmeliyim. Bu bölümde aynı zamanda insan kabilelerinin yaşayışlarına dair de bir çok buluntu ve bu yaşayış tarzlarını, göçleri anlatan türlü haritalar var.
Willendorf Venüs'ü
İlk katın son bölümü, içeri giriş için ayrı bir bilet alınması gereken planetarium. Bina içinde yapılmış bu kubbe şeklindeki sinema salonunda yıldızlar, gök cisimleri, gezegenler ve gökyüzü olayları incelenebiliyor. Bunun yanı sıra tüm bu detaylarla ilgili bilgiler de veriliyor. Seanslar halinde günün belli zamanlarında yapılan bu sunum, izleyicilere yine teknolojiden yararlanarak sıradışı bir deneyim sunuyor.
Alt kattaki tur bittiğinde, akşamki uçağıma yetişmek için hızlıca gezmek zorunda kalmama rağmen iki saate yakın bir zamanın geçtiğini fark ettim. Bunca bulgunun ve sergilenen parçanın içinde geçirdiğim zaman aklımı ve bedenimi yormuştu ama üst katı mutlaka görmeliydim. Bu heyecanlı tarihsel serüvenin, üst katta da devam ettiğinin farkındaydım ve açıkçası beklentim giderek artıyordu. Geniş merdivenlerden ikinci kata bir çırpıda çıktım. Bu katın ortasında kafe bölümü bulunmaktaydı. Müzeyi gezmek için benden fazla zamanı bulunan ziyaretçiler burada dinleniyor, kahvelerini içerken çoğunlukla biraz önce gezdikleri yirmi oda hakkında kendi aralarında konuşuyorlardı.
İkinci kat, mikrokosmos odasıyla başlıyor. Bu oda mikroskobik canlıların ve böcek boyutundan küçük organizmaların sergilendiği bir alan. Yine teknolojiden oldukça faydalanılarak bir çok simülasyon ve video hazırlanmış. Hemen ardından ise müzenin en büyük ve son bölümü geliyor. Bu bölüm böceklerden sürüngenlere, deniz canlılarından kuşlara, yüzlerce tür hayvanı barındırıyor. Her oda birbiri ardına uzayıp giderken, alt kattakinden farklı biçimde, küçük odacıklar şeklinde kurulmuş camekanların içleri bu hayvanların doğal yaşam ortamlarına sadık kalınarak düzenlenmiş. Tüm hayvanlar, bu camekanların içlerinde toplu halde sergileniyor. Çoğunluğu doldurulmuş farklı cinslerde ve türlerdeki bu hayvanların, çoğu zaman alt türleri veya aynı türün farklı kıtalardaki çeşitleri yan yana konumlandırılmış.
Müzenin üst kat merdivenleri
Bu odalar arasından ilgimi en çok çekenler deniz canlıları ve kuşlar oldu. Deniz canlılarına ayrılmış bölümde, müzenin diğer kısımlarıdan çok daha farklı bir sergileme şekli seçilmişti. Daha odalara girdiğinizde içerideki tuz kokusu ve tavan dahil tüm duvarlarda yansıtma ile yapılan denizaltı efekti sizi içine çekmeyi başarıyor. Bunun üzerine deniz canlıları, örneğin köpekbalıkları dev bir akvaryuma benzeyen camekanın içinde asılı duruyorlar. Tabii ki bu camekanda da yansıtmayla içinde su varmış izlenimi yaratılmış. Camekanın çevresindeki düğmelere basılı tuttuğunuzda ise hangi köpekbalığının düğmesine bastıysanız, içeride duran ilgili balığın üzerindeki ışık yanmaya başlıyor. Böylece doğal bir denizaltı manzarası şeklinde kurgulanan camekanın içindeki adeta tanrısal ışık, sizi o gerçeklikten koparıyor ve müzede olduğunuzu hatırlatırcasına, mizansene bilimsel dokunuşunu gerçekleştiriyor. Kuşlara ayrılmış bölüm ise neredeyse böceklerdeki kadar geniş bir çeşitlilik sunuyor. Kuşlar öyle iyi korunmuş ve istiflenmiş ki, odanın ortasında durduğunuzda hangi yöne bakarsanız bakın bir yerde bir parıldama olduğunu görüyorsunuz. Bu parıldama elbette ki belli bir yöndeki kuşların tüylerinden geliyor. Çok çeşitli kuşların yer aldığı camlı bölmelerde yalnızca bir baykuşun bile on beşe yakın çeşidini (albino baykuş da buna dahil) görmek mümkün.
Yaklaşık beş saat süren gezimin ardından hem zihnen hem de bedenen oldukça yorulmuştum. Müzenin merdivenlerinden aşağıya inerken, saatler içerisinde milyonlarca yıllık bir hikayeye şahitlik ettiğimin bilincine halen tam olarak varabilmiş değildim. Havaalanına gitmeden önce çok vaktim kalmamıştı ancak yaşadığım bu deneyim her saniyesini sonuna kadar hak etmişti. Müzenin kapısından geniş meydana yeniden çıktığımda derin bir nefes alıp büyük bir farkındalıkla çevreme göz attım. Mayıs güneşi birkaç saat öncesi kadar yakmıyordu tenimi. Aklımda Hayyam'ın dizeleriyle bavulumu almak üzere otelime doğru yürümeye başladım.
Bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye?
Ne zaman yıkılıp gidecek bu güzelim kubbe?
Aklın yollarıyla ölçüp biçemezsin bunu sen
Mantıkların, kıyasların sökmez senin bu işte.
0 Comments
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.