Sanat İçin Soyuldum!

Ah yine mi?
Yine mi aldığınız sanat eserinin sandığınız gibi özel olmadığını fark ettiniz?
Oysa büyük umutlarla almıştınız onu koleksiyonunuz için değil mi?

Sizi anlıyor ve yapısal olarak parçalanıyorum[1].

Sanat piyasası, kimileri için korkutucu, kimileri için ise avuçlarının içi gibi bildikleri bir derya. Öznesi ister eserlerini satarak para kazanmak ve yaşamını böyle sürdürmek isteyen bir sanatçı, isterse bir sanatsever, koleksiyoner veya galerici olsun, burada batmak da herkes için yüzmek kadar mümkün. Peki nasıl oluyor da bu piyasada bazılarının yüzü hep gülerken ve diğerleri büyük umutlarla peşinden koştukları definelerin içinden çıkan sürprizlere razı olmak zorunda kalıyorlar? Üstelik neredeyse her defasında.

Sanat piyasasında batmakla yüzmek arasındaki fark ticaretle büyük paralellikler taşıyor.

Bu durumu anlamak için önce sanatın neden bir piyasaya sahip olduğunun açıklamasını yapmak gerekli. Sanat, aslen bir piyasa yaratmak derdinde değildir. Sanat, ontolojik açıdan sanat olmasını sağlayacak gereklilikleri (bir kaygı veya bir dert, anlatım zorluğu, zekice fikirler, görülmeyen bağlantıları görebilme vb.) yerine getirdiği sürece kendine yeter bir haldedir. Hatta kimi zaman bu otonomi öylesine sınırların ötesindedir ki o eserin belki de anlaşılmaya bile ihtiyacı kalmaz; kendini aşar, başka bir şeye dönüşür. Ne yazık ki günümüzde bu tip sanat eserlerini sanat piyasasında bulmak pek mümkün değildir. Elbette, yukarıda yazdığım özellikleri barındıran sanat eserleri var ve olacak ama dehanın parıltısı giderek daha da uzaklaşmakta. Bu deha, elbette potansiyel olarak belki de tüm sanatçıların içlerinde barındırdıkları bir olgu ama giderek daha az ortaya çıkıyor.

Sanatın bir piyasa oluşturması, şüphesiz ki içinde yaşadığımız sosyo-ekonomik sistemin, neo-liberal bakış açısının ve ona bağlı küresel parametrelerin birleşimiyle zorunlu ama doğal şekilde gerçekleşti. Ekonomi teorisindeki önemli ifadelerden biri olan paranın bir satın alma aracı olduğu “para-meta-para” döngüsü yerini paranın amaç olduğu “meta-para-meta” döngüsüne bıraktığından beri sanat eserleri, o mucizevi naylon çorapla aynı kategoriye sokulmaya başlandı. Piyasa ekonomisinin tüm gereklilikleri de bu şekilde birer birer sanatta ortaya çıktı. Sonuçta modernizmin, post-modernizmin ve çağdaşın kimliğinin bir tamamlayıcısı olarak sanat piyasası gerçeğiyle yüzleştik. Bugün bu yüzleşmenin en sert ve sivri köşelerinden biri, tıpkı mal piyasasındaki gibi sanat piyasasında da manipülasyonun varlığıdır. Piyasanın işlerlik formülünün en önemli bilinmezi olan manipülasyonun sınırları, insanın yaratıcılığıyla eşit düzeydedir. Ne yazık ki bunun bilinci, günümüz sanat piyasasının kendi Joseph Goebbels’lerini yarattı. Ancak kralın çıplak olduğunu görenler de vardı.

Sanat, kapital tabanlı ekonomide yerini aldığında naylon çorapla aynı kategoriye sokuldu.

Yakın zamanda, reklamcılık terimiyle “viral” olarak sıkça rastladığımız bir haber bu anti-kahramanların varlığına işaret ediyor. San Francisco Modern Sanatlar Müzesi’nde iki gencin yere bıraktıkları bir gözlük kısa süre içinde bir sanat eseri olduğu düşünülerek izleyiciler tarafından akıl almaz bir ilgi görmeye başladı[2]. Hatta bu şaşkın güruhun içinde gözlüğün fotoğaflarını çekenlere bile rastlandı. Bu durum harika bir eşek şakası olmasının yanında, sanat piyasasını anlamak için iyi bir de veri aynı zamanda. Ancak her şey bununla sınırlı değil tabii. Bu tip bir şakanın bir benzeri 2015’in son aylarında da yapılmıştı fakat sonucu biraz farklı oldu. Jack Dudeham isimli genç, Dallas Sanat Müzesi’nin zeminine bir güneş gözlüğü ve bir kol saati bırakmış, ardından tepkileri fotoğraflamış ve kişisel twitter hesabı üzerinden paylaşmıştı[3]. O dönem bu haber, şakanın hiç komik olmadığı ve hatta bu kötü kurgulanmış, bayağı şakayla Dudeham’ın herkesi kendine güldürdüğü şeklinde yapılmıştı. Bu birbiriyle kontrast yaratan iki örnek, sıradan sanatseverleri açıklamakta kullanılabilecek bir bilgi oluşturabilir. Her sıradan sanatseverin potansiyel bir koleksiyoner veya sanat toplayıcısı olduğu varsayımıyla, düşülen yanılgıyı anlamak adına değerli bir bilgidir bu üstelik.

Dudeham, yaptığı eşek şakasını twitter hesabından böyle duyurmuştu.

Fakat biraz daha geriye gidersek aynı kitleyi daha yakından ilgilendiren bir örneği görmek mümkün. 2015’in Mart ayında yayınlanan haber, Hollandalı eşek şakacılarından oluşan “LifeHunters” grubunun manipülasyonun sınırlarını ortaya koyabilecek şakasını konu aldı[4]. Arnhem Müzesi’ne yerleştirdikleri Ike Andrews adlı bir sanatçının yaptığını söyledikleri (ve net biçimde bir alay konusu olan) bir IKEA tablosunu sanat uzmanlarının beğenisine sundular. Sonuçlar yine hayret vericiydi; insanlar tabloda bir çok şey bulabildiklerini belirtiyorlar, bunun çok iyi bir sanat eseri olduğunu anlatıyorlardı. Hatta içlerinden biri tabloya 2.5 milyon avro ödeyebileceğini söylüyordu.

Yalnızca 2 yıl içerisinde gerçekleşen bu 3 örneğin 2’sinde (hatta Dudeham örneğinde yazarın karşı çıkışını saymayıp izleyicilerin tepkisini düşünürsek 3’ünde de) manipülasyonun bu derece başarılı sonuçlar vermesi, akıllarda sanat piyasasını yeniden sorgulayacak kadar büyük bir soru işaret yaratmaya yetiyor. Ancak dahası var. Sotheby’s, Christie’s gibi kuruluşların sanat piyasası üzerindeki spekülatif etkileri zaten son yıllarda konuşulmaktaydı. Yani kimi sanat simsarlarının veya sanat uzmanlarının ve sanat danışmanlarının tekil müdahaleleri öylesine etkiliydi ki bu durum artık kurumsallaşmaya bile başlamıştı. Öte yandan spekülasyonlar ve dolayısıyla manipülasyonlar başta da yazdığım gibi ekonomik konjonktürün bir parçası olduğundan, aslında daha büyük bir şeyi işaret ediyordu, o da sanatın tümden metalaşmasıydı.

Küratörlüğün ve sanat danışmanlığının anavatanı sayılabilecek Birleşik Devletler’in aynı zamanda bu denli bir kavramsal boşluğun da merkezi olması tuhaf gözükse de aslında altında yatan mantığı kavramak çok da zor değil. Ağırlıkla çağdaş sanat eserleri hakkında gözlemlenen bilgi kirliliği iki temel noktaya dayanıyor: Eğitim eksikliği ve paranoya.

Paranoya, çağdaş toplumlarda sık rastlanan bir sonuçtur, yani “Matrix vardır -olması gerekir- çünkü ‘şeyler derli toplu değildir, fırsatlar kaçırılıyordur bir şeyler hep yanlış ilerliyordur’, yani filmde vaziyet böyledir çünkü bir Matrix var ve arkasındaki ‘hakiki’ gerçekliği saklıyor türünden bir fikir hakimdir.”[5] Böylelikle bilgi kirliliğinin ilk adımı ortaya çıkar: Bir hakiki gerçeklik vardır ve mutlaka vardır. Dolayısıyla tüm yargıların ardına geçilmelidir. Yani bilgi her zaman kirli olacaktır, doğru bilgiye ulaşmak neredeyse imkansızdır ve bu yüzden ya bilgi tümden reddedilmelidir ya da akışa tamamen teslim olunmalıdır. Ancak bu kavrayış tek yönlü olduğundan bilgi kirliliğini engellemekten uzaktır.

Matrix filmi, gerçekliğin ötesindeki hakikate kesin gözüyle bakıyordu.

Eğitim eksikliği ise daha köklü ve büyük bir sorun. Eğitim, sanatı anlayabilmek ve kavrayabilmek için farklı kaynaklardan özümsenen ve yorumlanan bilginin yanında, sanat pratiğine dair bir anlayışı da kapsar. Örneğin küçük yaşlardan itibaren müze gezen, müziğe, sinemaya, tiyatroya, edebiyata aşina bir insanın perspektifi daha geniş olacak, bunu üzerine, okuduğu kitaplarla da bu zenginliği bütünlemeye başlayacaktır. Bu temeli inşa edebilen bireyler paranoyayı da kontrol edebilme şansına sahiptir. Yani temelde eğitim eksikliği ve eleştirel bakıştan yoksunluk, paranoyayı da kötü şekilde tetikleyerek zaten neo-liberal toplumda kaçınılmaz olanın namlusunu kendimize çevirmemize neden olacaktır.

Eğer sanatın size kendisini anlatmasını bekliyorsanız üzgünüm bu çabanız boşa gidecektir. Ancak elinizi uzatır ve sanata dokunmaya başlarsanız, o kokuyu tanıdıkça nereye doğru gideceğinizi de bulacaksınız.

Şimdi yapısal olarak parçalandığım(!) anın öncesine geri dönelim.

Ve gerçeğin ışığıyla oradan yeni bir başlangıç yapalım.


*Kapak görseli: Henri Matisse, Dance (II), 1910.

Kaynaklar:
[1] Harun Tekin ve Yekta Kopan arasında twitter’da geçen diyalog için: http://tinyurl.com/hkrvtcr
[2] http://www.nytimes.com/2016/05/31/arts/sfmoma-glasses-prank.html?_r=0
[3] https://www.theguardian.com/artanddesign/2015/apr/09/dallas-museum-prank-sunglasses-watch
[4] http://time.com/3750805/ikea-painting-dutch-art-museum/
[5] Žižek Slavoj, Matrix: Sapkınlığın İki Yüzü, Encore yayınları (2009) s.28,29

0 Comments

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.