Yumru


Geçmişi özlüyoruz. Zihnimizde canlandırabildiğimiz, duyusal hafızamızla hatırlayabildiğimiz, artık ulaşılmaz bir yerde duran şeylere, sanki bu mümkünmüş gibi yeniden kavuşmaya çalışıyor, bakışlarımızı tek bir noktaya kilitliyor, diğer her şeyden soyutlanarak arınmaya, kendimizi avutmaya ve sağaltmaya çalışıyoruz. Zamanla eskidiğimizi, yaşamın veya sadece kendimizin gerisinde kaldığımızı, eskisi kadar iyi olamadığımızı fark ediyor ve yerçekimine direnmeye çabalıyoruz. Bu karşı konulmaz bir dürtü ve biz şüphesiz ki hem zihnen hem de bedenen kusurlu canlılarız.

Zaman nasıl geçti? Kırılma nasıl başladı?
Gözlerine büyük bir karanlık yerleşmiş, HİSSEDİYORSUN.
Şimdiden öncesi flu, olaylar silinmiş.
Artık yalnızca HATIRALAR var.
Her şey eskiden daha mı iyiydi?
O zamanları GERİ İSTİYORSUN.


Geride kalan zamanın toprağını histerik bir biçimde deştikçe, sihirli bir düğmeye dokunabileceğimize, tüm olumsuzlukların kendiliğinden silineceği bir ana ulaşabileceğimize, uzanıp özlemini duyduğumuz şeylere erişebileceğimize daha çok inanmaya başlıyoruz. Çabaladıkça daha çok inanıyor, inandıkça daha da çabalıyoruz. Bu bir döngü; sonuçsuz ve giderek daha derine inen bir sarmal. Çağlar boyunca geliştirdiğimiz beyinlerimizle dalga geçen ve kendi türümüzün ilkelliğini gözler önüne seren küçük düşürücü ama bir o kadar da gerçek bir senaryo! İnsanın en büyük hayal kırıklığı yine kendisi belki de.

Aynada kendini görmeye dayanamıyorsun.
Yumrukların taş gibi katı, ellerin titriyor, bakışların sabit.
Zihninde ardı ardına şimşekler çakıyor: ÖFKE!
İçinden bir şeyleri PARÇALAMAK geçiyor.


Yaşamlarımız un ufak edilmiş umutlarımızın, ıskaladığımız fırsatların ve yitip giden potansiyelimizin izleriyle dolu. Arkamızı dönüp, gözlerimizi kısarak geriye baktığımızda hepsi birbirine benziyor: zamanlar, insanlar, mekânlar ayırt edilemez şekilde iç içe geçmiş. Uzaktaki “şey”, devasa bir bütünü, şekilsiz, hastalıklı, istenmeyen bir organizmayı andırıyor. Varlığına güvendiğimiz zihnimiz bile o mesafede aciz kalıyor, detayları hatırlamakta zorlanıyoruz. Fakat tüm bunların arasına gizlenmiş mutluluk anları da var. Bütün bu yıkımın, iğdiş edilmişliğin, sınırlandırılmışlığın arasında, hala bize ait, kimsenin dokunamadığı, duyguları, insanları, kokuları, sesleri koruyan kurtarılmış bölgeler bunlar. Barışmanın, şefkatin, bütünleşmenin ve iyileşmenin alanları, geride bırakılan şekilsiz karanlığın karşı ağırlığı.

Aradığın geçmiş değil, geçmişe dair anılar oysa.
Öfken hızla diniyor kendi gözlerine bakarken.
Oradan içeri, zamanın içine DALIYORSUN.
Rüyalarının yıkılmadan önce neye benzediğini hatırlıyor,
mutlu, ÖZGÜR ve hafif olduğun zamanları yeniden yaşamaya başlıyorsun.
Sevdiğin her şey seninle YENİDEN.
Bir yumru gibi boğazına oturuyor şimdinin tiksintisi.
Zihnin alaycı bir dilde sesleniyor sana: SAUDADE.


Portekizce hüznün içindeki veya onunla karışık mutluluk anlamına gelen “saudade” kelimesi Hande Şekerciler’in heykel serisine adını işte bu hayranlık uyandırıcı muğlaklığıyla verir. Sanatçının zihninde yeniden tanımlanan ve damıtılan Saudade; kırılma, hırpalanma, bozguna uğrama / uğratılma anlarına dair hatıraların, iştahla güneşe ulaşmaya çalışırken kanatları yanan İkarus'un düşüşünün neredeyse mazoşist nostaljisidir. Kaybedilenlerin ardından, kaybediş anının hemen öncesinde yaşanan ve hiç bitmeyecekmiş sanılan mutluluğa sıkı sıkıya tutunmanın ifadesidir. Yok olmanın eşiğindeki aksak bir duyguya, artık elinde bundan başka hiçbir şey olmadığı için sığınmaktır. Az sonra içimizi parçalayacak, adı bazen ölüm, bazen zaman, aşk veya ayrılık olan hançerin acısını bilmemize rağmen bize Prometheus'tan miras o kapanmayan yarayı yeniden, tuhaf bir huzurla deşmek, irini boşaltmak, intikamı kendimizden almaktır. Mutluluğun ve acının birbirine geçtiği, bir şeyleri öyle ya da böyle yok ederek, gönüllüce içtiğimiz baldıran zehridir. Gerçekliğin yerçekimiyle ayaklarımız yere basarken acımasızca çiğnediğimiz, dünyaya kurban ettiğimiz masumiyettir.

Hande’nin formları, rüyamsı bedenlere aitmiş gibi duran uzuvları üst üste bindirir ve onları düşüşün nefes kesici kavrayışından kurtarırken güzelleştirmeye çalışmaz. Birbirine dolanmış sarmaşıkları ya da tüm ihtişamıyla insan beyninin yağlı kıvrımlarını bu formlar, ayırt edilebilir parçaları (sırt ve kol kasları, parmaklar, tendonlar, ellerdeki veya dirseklerdeki eklemlerin arasına sıkışmış yüzler) haricinde, kocaman birer yumruyu, tiksintinin vahşi estetiğinden beslenen, kesip atmak istediğimiz, zihnimizi ve psikolojimizi sömüren duygu tümörlerini andırır. En ilkel halleriyle karşımızda duran bu heykeller, büyük bir karşıtlığı, malzemenin soğuk ve ürkütücü doğasıyla, organik formların canlı sıcaklığını ayrılmaz bir biçimde birbirine hatıralar aracılığıyla diker. Saudade, hem plastik hem de kavramsal anlamda sonsuz bir döngüde sıkışıp kalmış sonuçsuz bir savaşın ve varoluşun tekinsiz sularındaki kaçınılmaz bir paradoksun ifadesidir. Büyük paranoyası ve kibriyle kendi kuyruğunu yiyen efsanevi yılanın (ouroboros), yaşamak adına nasıl yalnızca kendini feda ettiğinin, geviş getirerek bir türlü sindirilemeyen tüm hayal kırıklıklarının, sarsılan inançların, hazımsızlığın ve tüm bunlardan doğan hastalıklı bir şefkatin abidesidir. Parmaklar bu merkezsiz, bedensiz kütleleri, kendini yok edeceğinden habersizcesine kendinden kopartmaya çalışan kemikli pençeler gibi kavrarken, kollar da bunun aksine sanki yumuşak kanatlar gibi aynı organizmayı korumaya çalışır. Talihsiz başlar ise tüm bunların arasında, tıpkı Styx nehrindeki ruhlar gibi kurtarılmayı bekleyen ruhlar, yitirilmiş benliklerdir. Gerçekliğin dışında, imkânsız bir varoluşa aitmiş gibi duran bu heykeller, Nietsche'nin içine uzun süre bakıldığında kendisine dönüştüren uçurumunun farklı aşamalarını, izleyicinin gözleri önünde cisimleştirir. Kırgınlıklar, küskünlükler, yitirilenler, ıskalananlar, ucundan dönülenler, ulaşılamayan hayaller, hayal dahi edilemeyenler adeta katılaşır, taşlaşır ve tam orada, karşımızda artık bize zarar veremeyecek bir yerde, Hande'nin formlarında hareketsizleşir ve oraya hapsolur.

Dönüşümün içinden seçilen her an, rüyanın (traum) kendi içine çöküşünün yarattığı büyük yaranın (trauma) hayranlık uyandıracak kadar estetik, zararsız, durağan ve nefret edilecek kadar gerçek ifadesidir. Ondan ne kadar uzaklaşırsak uzaklaşalım geride bıraktığımızı bildiğimiz, belki de bir daha yolumuza çıkmayacak olsa bile varlığıyla hep bir şekilde rahatsızlık verecek ama bizi biz yapan ve bu yüzden minnettar olduğumuz, hatta midemiz bulanırcasına özlediğimiz tüm şeylerin düşünsel fragmanlarıdır. Sanatçı bunları estetize etmek yerine, bir çevirmen gibi yalnızca dünyanın algı sistemine, beş ilkel ve ölümlü duyumuza uygun hale getirir. Bunlar zamanla, yaşamla, ve kendimizle yüzleşmenin en somut, en yalın, kaskatı ama bakana göre biçim değiştiren ifadeleridir.

Saudade, Hande'nin pratiğinde farklı türden bir akışkanlığı, soyutlamanın limitinde bir estetikle ele alır. İnsanı ya da insansı bir hayvanı, belki de bir yaratığı ima eden yumuşak hatların herbiri, içindeki geçişleri, tıpkı başlangıcı ve sonu belli olmayan bir rüya gibi, kendini yine kendinde tersyüz ederek döngüsel bir okumaya zemin hazırlar. Hareketin doğası gereği barındırdığı tekrar ise yarattığı hipnoz etkisiyle izleyicinin bilinç katmanlarına ulaşarak, ona orada kendi travmalarını ve hafızasına kazınmış mutluluk anlarını bulduran bir tür terapiste dönüşür. Akışkanlığı sanki bir uyku hali gibi, pürüzsüz, kadifemsi yüzeyler aracılığıyla daha da belirginleştiren bu heykeller, yorumlamanın zaman uzamındaki iki yönlülüğü sonucunda birbirinin öncülü ve aynı zamanda ardılı haline gelir. Saudade, aynı tohumdan yeşeren ama birbirine benzemeyen, meydana her gelişinde (manifestation) başka bir surete bürünen, travmayı ve özlemi korurken aşina olunsa da aslında ilk kez karşılaşılan anlamı yeniden kendi çevresine sarar. Ten üzerindeki ten, hatıra içindeki hatıraya dönüşür.

UYAN ve külleri kokla!
Kendine dönüşüyorsun.
Bir kez daha.

0 Comments

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.