Küratörlük, dünyada olduğu gibi
Türkiye’de de inişli çıkışlı bir tarihe sahip. Avrupa ve Amerika kıtalarında
geçmişi daha da eskiye dayanan bu çalışma alanı, ülkemizde 1980’lerde başlayan
dışa açılma süreciyle birlikte hızla tanınarak yükselmiş ve kısa süre sonra da
aynı ölçüde büyük bir tepkiyle karşılaşmıştı. Kültür sanat ortamında bir grup,
yurt dışındaki örneklerini gördüğü farklı küratöryal yaklaşımların gerekliliğini
ve bunların Türkiye’de nasıl uygulanabileceğini tartışırken, bir başka grup da
küratörlüğü kimi zaman oldukça ağır, hatta kimi zaman komplo teorisyenliğine
varan bir dille eleştirmişti. Başta sanatçılar, eleştirmenler, galericiler,
müze yöneticileri ve koleksiyonerler gibi profesyonellerin yorumlarıyla
şekillenen bu tartışmalar 2000’li yıllara kadar hem Türkiye’deki kültür sanat
ortamının gelişiminde, hem de küratörlerin bu ortamdaki konumu üzerinde
belirleyici bir rol oynadı.
Ancak son yıllarda bütün bunlar
geride kalmışa benziyor. İçinde yaşadığımız, anlık iletişime, tepkiselliğe ve
yok olmaya yüz tutmuş kişisel mahremiyetlerimize dayalı uçucu-geçici
gerçeklikler dünyasında sanat alanının öncelikleri de farklılaştı. Her ne kadar
yeni milenyumla birlikte alışkanlıklarımız ve düşünce biçimlerimiz tüketim
odaklı bir hale gelmeye başlasa da bu değişimin tetiklediği krizin etkileri
ancak son yıllarda tam anlamıyla hissediliyor. Bunlardan biri de yakın dönemde özellikle
de pandeminin neden olduğu yasaklamaların bitmesiyle, kültür sanat alanındaki olağan
dışı hareketlenmeydi. Kısa süre içinde büyük kurumların birbiri ardına açtığı
büyük sergiler, ikinci hatta üçüncü mekânlarını açan galeriler, sıklığı artan
sanat fuarları, bienaller veya farklı kentlerdeki devlet destekli çok ayaklı
etkinlikler, ya iyi yönde büyük bir değişimin ya da çöküşün sinyallerini verir
gibiydi. Küratörlerin bir kez daha -ancak bu defa neoliberal bir bakışın
uzantısı biçiminde- öne çıktığı bu dönemde, tüm dünyayı saran ekonomik krize
rağmen Türkiye’de daha parıltılı, yüksek maliyetli ama bu kez herhangi bir
yapıcı tartışma yaratmaktan uzak, tıpkı bir Instagram filtresinin ardındaymış
gibi “güzelleştirilmiş” sergiler görmeye başladık. Bu güzelleştirme eyleminin giderek
daha da eğreti bir hal almasında ve geçmiştekine benzer, hararetli bir tartışma
zemini oluşturamamasının ardında neler olabilir? Artık herkes küratör mü? Ya da
artık bunun bir önemi kalmadı mı?
Konunun felsefi yönü işte burada
başlıyor, çünkü felsefe çoğunlukla sorulara odaklanır; bunların başında da
“neden” ve “nasıl” soruları geliyor elbette. Cevaplar ise onun amacı değil ama
doğal bir sonucudur. Dolayısıyla cevaplar, felsefenin yeni sorulara çıkmasını
sağlayan birer araçtır. Üstelik bu cevapların büyük bölümü öznel ve birbiriyle
çelişebilecek, göreceli bir yapıdadır. Bu durumun sanatta da geçerli olduğunu
söylemek yanlış olmaz. Ancak savaş sonrası dönemle birlikte sanat, usulca kendi
içindeki felsefi alt yapıdan uzaklaşmaya, ondan vazgeçmeye, daha dar, yalnızlaştırılmış,
kendi alanına sıkışmış bir bakış açısına mahkum edildi. Sadeleştirilmiş,
ulaşılabilir hale getirilmiş gibi duran sanat, çağdaş sanat kavramının ortaya
çıkışından bu yana giderek daha da temelsizleştirildi ve kendi bağlamından
kopartıldı.
1945 sonrasında, savaşın yaralarını
sarmaya çalışan coğrafyalar başta olmak üzere tüm dünyada özellikle 1980-1990
arasında ortaya çıkan ve önceki dönemin krizlerini çözmeyi amaçlayan ekonomi
güdümlü popüler politikalar, Andy Warhol’u ironik bir biçimde haklı çıkararak
herkesin her şey olabildiği, sınırların giderek inceldiği, kavramların
flulaştığı, simülatif bir ortam yarattı. Fakat toplumdaki görünmez duvarları,
statüye dayalı dışlayıcı sınırları ortadan kaldıran ve fırsat eşitliğine
dayanıyormuş hissi veren bu yapı, aslında tam tersi olduğunu ele veren büyük
bir zayıflığa sahipti: Popülizm, felsefeye benzemediği için eleştirilemez ve
dolayısıyla çürütülemez bir dogmalar bütünü yaratıyordu. Popülist bakış, önce
kendi mikro otorite alanlarını yarattı, sonra da oldukça katı bir biçimde, o
alanlarda toplananlara kendi belirlediği rolleri, toplumsal statü payelerini
dağıtarak bir tür köktenci ve seçkinci hiyerarşi modeli oluşturdu. 1990’ların
ilk yıllarından itibaren haberleşme olanaklarının yaygınlaşması ve internet
altyapısının gelişmesiyle, toplumsal gözetim mekanizmalarının bireyler
arasındaki ilişkiyi değiştirerek sosyal statü dengeleri üzerinde daha da etkin
ve belirleyici bir konuma ulaşması, sistemin kendi meşru zeminini
oluşturabilmesine olanak sağladı.
Değer yargılarının farklı bir
düzleme taşındığı, niteliktense sosyal onaylama, görünürlük ve iş ağları
ekseninde belirlendiği günümüz hakikat sonrası toplumlarında, bireyin konumu da
oldukça sorunlu bir tanımlama mantığını beraberinde getiriyor. Ortaya
çıkışından bu yana sallanan ama yıkılmayan sistem, bugün sonu gelmeyen kültürel
çatışmaların ve entelektüel krizlerin ortasında, tüm direnişine rağmen sanatı felsefenin
öncülüğünden ayrılarak ekonominin boyunduruğuna sokmayı başarmışa benziyor. Bunu
da kimi zaman kendi içinden çıkardığı, kimi zaman da başka yerlerden devşirdiği
kahramanlarla yapıyor. Küratörlüğün günümüzdeki konumunun, onun ne olduğundan
çok ne olmadığı sorusuna odaklanarak rahatlıkla bu ikinci grup içinde
incelenebileceğini düşünüyorum.
Durum bu olunca, daha önceleri
temelinde bir koruyuculuk, arabuluculuk işlevi olan küratörlerin büyük kısmı,
zamanla mevcut yapının içinde -belki de hissettikleri hayatta kalma
mecburiyetiyle- kimi yöntemsel ve etik “mutasyonlara” uğradılar. Örneğin savaş
sonrası dönemde dünyanın önemli sanatsal ve politik itirazlarından, çarpıcı
eleştirilerinden biri sayılabilecek Documenta’daki küratörlük düşüncesi, yerini
“bulunduğu kabın şeklini almayı” bir gereklilik, hatta bir gurur kaynağı olarak
gören ve fikir üretmeyi değil, kahraman yaratmayı amaçlayan bir düşünce biçimine
bıraktı. Hatta bu düşünce biçimi 1990’lardan itibaren, işi bir adım daha
ileriye taşıyarak bir koruyucu, kollayıcı olarak devşirdiği küratörü de
kahramanlaştırdı. Sanat dünyası önce sanatçıların konumu üzerinde denenmiş ve
başarılı olmuş bir “kutsama” yönteminin bu defa küratörler için uygulandığına
tanık oldu. Küreselleşmenin getirdiği sosyoekonomik değişimler, sanat ortamını
gün geçtikçe politik doğrucu bir söylemin ve sürdürülebilir piyasalara olan
ihtiyacın kıskacı altında manipüle etti. Sözleri ve vaatleri şişiren, sergi
mekânlarını neredeyse fastfood restoranlarına dönüştüren ve daha fazlasını
kazanmak için her şeyi histerik bir neşe içinde “büyük seçime” yükselten bu
süreç küratörlüğün tanımını ve küratörün konumunu radikal bir biçimde
değiştirdi.
2000’lerin başından itibaren büyük
sanat kurumlarının, yüksek cirolu galerilerin, müzelerin ve benzeri yerlerin
düzenlediği sergilerdeki söylemin yoğunluğu giderek azalırken çoğu zaman
temelsiz bir görsel estetik ya da salt dekorasyona dayalı, arz talep dengesi
öne sürülerek kendisine daha geniş bir yer bulmaya başladı. Bunun bir devamı
olarak bugün temellendirebildiği bir itirazı, bir düşüncesi ya da teorisi olan
sergiler çoğunlukla alternatif oluşumlara, inisiyatiflere, sistemin bir nebze
olsun dışındaymış gibi duran “marjinallere” atanmış durumda. 1990’larda bir
özgürleşme ve özgünleşme alanı olarak öne sürülerek popülerleştirilen bienaller
ise itirazın basıncını kontrollü olarak düşüren, onun belli bir seviyede
tutulmasını sağlayan diğer yapıların başında geldi. Özellikle çağdaş sanat
ortamındaki rol dağılımı içinde etkisi göz önüne alındığında popüler küratörlerin
çoğu, çareyi meselelere gerçekten odaklanmak yerine zamanla ya o meselelerin
“-mış gibi yapan” içi boşaltılmış okumalarında ya özellikle anlaşılmaz bir
biçimde hazırlanmış metinlere sergi “uydurmakta” ya da abartılı görsel
estetiğin ve teknolojik gelişmelerin izleyicide sadece bir an için uyandırabileceği
sabun köpüğü heyecanların arkasına sığınmakta buldu. Böylece kimi zaman
sanatçıların zihnine misafir olan, kimi zaman da eserleri anlamlı bir diyalog
içinde bir araya getiren, sorular ile cevapları birbiri içinde üretmeye çalışan
küratörlük anlayışı marjinalleşti ve geri planda kaldı. Dolayısıyla ana akım
küratörlük felsefeyle iç içe olduğu dönemdeki koruyucu ve tıpkı bir çevirmenin
yaptığına benzer şekilde, soyut ya da somut dildeki (kavramsal, düşünsel,
yazılı, sözel,işitsel vb.) dönüştürücü işlevini yitirdi. Bu tip küratörler ise
sanat piyasası içinde zaman, emek, insan, anlam ve para gibi kaynakların çalışma
etikleri şüpheli yöneticilerine, sanat ortamındaysa nitelikli illüzyonistlerden
adeta pek de becerikli olmayan, üstelik neredeyse hep aynı numarayı yapan kabile
büyücülerine dönüştü.
Küratörlüğün gerçek entelektüel temelleri eğer çoktan yıkıldı ve çiğnendiyse, eğer sonu gelmez tüketim hırsı artık düşünmenin ve fikir yürütmenin mutluluğunun önüne geçtiyse ve eğer sanatın çekirdeğindeki yolda olma hâlinin barındırdığı sonsuz potansiyelin heyecanı bizi hayal kurmaktan uzaklaştıran ölçülebilir verilere, basit kâr-zarar analizlerine yenildiyse, yeniden düşünmeye başlamamızın zamanıdır. Dolayısıyla küratörün kim ya da küratörlüğün ne olduğunu sorgulamak için önce belki de şu soruyu sormalıyız: Bize sunulanla yetinmeye razı mıyız?
0 Comments
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.