*22.02.2024 tarihinde Bilsart'ta açılan, Sena Başöz, Didem Erbaş, TUNCA, Merve Ünsal ve Yoğunluk'un eserlerini Sinan Eren Erk küratörlüğünde bir araya getiren serginin küratöryel metnidir.
“Kesin kararlara ulaşma arzusuyla iyilik ve kötülüğün,
gerçeklerin, düşüncelerin ve çelişkilerin sonsuz devinim
içindeki uçsuz bucaksız okyanusuna atılmış
talihsiz, zavallı bir mahluktur insan!”1
Hareket kavramı hayatımız boyunca karşımıza farklı biçimlerde çıkar. Gündelik eylemlerimizden birçoğu, hareketin dönüşümlere açık ve akışkan doğasını anlatan örnekleri oluşturur: Mesela yürümek fiziksel, düşünmek ise psikolojik birer harekettir. Kalbimizin atışı, nefes alıp vermek, bir kapıyı açmak için elimizi uzatmak, zihnimizde kendimizle konuşmak ya da o gün ne yiyeceğimize, eve hangi sokaktan geçerek gideceğimize karar vermek kendiliğinden gelişen, çoğu zaman farkında bile olmadan yaptığımız eylemlerdir. Ancak bu şekliyle basit gibi görünen tanımlama, derinlere inildikçe karmaşıklaşır. Hareket, zamanda kendine verdiği ileri ya da geri referanslarla –biz bunlara tarih ve gelecek deriz– kendini çoğaltır, kopyalar, uyarlar ya da değiştirir. Süregelen ya da süregiden olabilir. Hareket, aynı anda hem başlayan hem de biten veya yönü farklı olsa da sonucu benzeşen, birbirinin giysilerine bürünen, seslerini taklit eden, farklı örneklerin bir araya geldiği zapt edilemez, durdurulamaz bir kavramdır. Belki ancak yavaşlatılabilir, o da şaşkınlık veya ilk şok atlatılana kadar.
Sena Başöz, Kutu (2020), tek kanallı video, 4'31"
Fiziksel hareketin engellendiği durumlarda bile zihinsel hareket devam eder; tam tersi zihinsel hareketin sınırlandırıldığı durumlarda da geçerlidir. Fransız Devrimi sırasında giyotinle idama mahkum edilen Antoine Lavoisier, başı bedeninden ayrıldıktan sonra yaşamaya bir süre daha devam ettiğini kanıtlamak için bir başka hareket biçimine, düşünceye dönüşmeden önce kalabalığın arasında bulunan arkadaşı matematikçi Lagrange’a göz kırparak fiziksel hareketini sonlandırmıştır. Zihinsel hareketliliğini yitirmiş, örneğin bilinci kapalı şekilde koma durumunda yatan birinin bedeni her şeye rağmen kıpırtı düzeyinde olsa bile hareket etmeyi sürdürür. Fiziksel temelli hareket yaşamın, hayatta olmanın ve hayatta kalmanın en önemli fonksiyonlarından biridir. Ancak hareketin sınırları kimi zaman yaşamın olmadığı yerlere ve zamanlara da genişler. Bugün artık yaşamayan insanların hâlâ hatırlanmaları da bu defa düşünsel düzlemdeki bir hareket türü olarak kabul edilebilir.
Ancak bu düşünce rahatlıkla düşülebilecek bir tuzağı da beraberinde hızlıca getiren bir kapıyı aralar. Hareket düşüncesi, içinde yaşadığımız yoğunluk ve yorgunluk toplumunda, kendi içini oyacak şekilde sıklıkla altı boş bir romantik bakışın öznesi hâline gelebilir, sığ bir nostaljiyle yorumlanabilir. Bunun yanında hareketi yalnızca fiziksel bir tanımlamaya hapsetmek ve tüm alt anlamları bu bakıştan türetmek de benzer bir tuzaktır. Oysa hareket, yansıtma ve benzeşme unsurlarını kullanarak ilişkisellik yoluyla bir anlama ve açıklama işlevine kavuşabilir. Olasılıkları yok saymayan bu görüş, sunduğu çoklu perspektifle bakış açılarımızı değiştirmeyi, algılarımızı şekillendirmeyi ve anlamın yönünü “yeniden ayarlamayı” teklif eder. Geçmişten geleceğe doğru alışılagelmiş çizgisel kronolojiyi sekteye uğratabilir ya da tam tersi yönde bir okumayı önerebilir.
TUNCA, Latif Maharet (2021), tek kanallı video, ses ile, 4'38"
Öte yandan hareket, ona kimi zaman atfedilenin ötesinde bir şiirsellik taşır. Her hareket bu ister kıtaların yerinden kaymasıyla, ister tarihi bir lise binası önünde her hafta sonu kayıplarını arayan ve anan annelerin sesinde hayat bulsun, içinde hep uyku hâlinde uyanmayı bekleyen, duman gibi hafif, uçucu ama yoğun başka olasılıkları barındırır. Bu nedenle hareketin üzerinde düşünmek, onu neredeyse bir psikolog, hatta bir dedektif dikkatiyle incelemek, doğasını, yönünü, zamanını ve etkilerini anlamak için büyük ipuçları verir. Apaçık ortada olduğunu sandığımız hareketin içinde saklı anlamlar onun paradoksal karakterini tamamlar ve tanımların netleşmediği, sınırların katılaşmadığı bir anlamı ifade eder. Onu keskin kontrastlardan, indirgemecilikten, tanımların esaretinden kurtarır. Hareket ancak böyle bir bakışta gerçek kimliğini bulur; dondurulmuş, sabitlenmiş, yerleşik algıların, kültürel kodlarla şekillenen ön yargıların kabuğundan sızar ve doğal durumuna, akışkanlığa kavuşur.
Merve Ünsal, /ya da ufuk çizgisi sadece bir çatlak mı (2021), video, 0'35"
Aşikâr Hareketlerin Gizli Hâlleri farklı sanatçıların söylemlerinde araçsallaştırdıkları hareket kavramının içeriğini ve doğasını koruyarak, eserler arasındaki ilişkinin ortaya çıkardığı bağlantıları, kesişimleri, ayrışmaları, benzeşmeleri, kısmen birbirine dönüşümleri, bazen de bir diğerinin antitezi olmalarını, yalın, dolaysız bir kurguyla ele alıyor. Sanatçıların kendi başlarına var olan, ayakta duran söylemlerini küratöryel bir “farz edelim ki” (what if) senaryosuyla karşı karşıya getiren sergi, bu şekliyle kendi bakışındaki çatlakları yaratmaya ve onlardan sızarak yeni bir söylemi mümkün kılmaya çalışıyor. Eleştirel yaklaşımı, küratöryel çerçeve ile sanatçı, sanatçı ile eser, ve eser ile yine eser arasında kurmaya zemin hazırlayan Aşikâr Hareketlerin Gizli Hâlleri sergisi, bu yönüyle okuma düzleminin çizgiselliğini de değiştirerek, izleyiciyi her söylemin birbirinin öncülü ve ardılı olabileceği, dolayısıyla birbirinin yeni ifadelerine dönüşebileceği, birbirini neredeyse aynalayabileceği bir olasılık okyanusunda yolunu bulmaya bırakıyor.
Yoğunluk, Bünyad-ı Zemin (2020), video, 2'30"
1 Lev Tolstoy, Tipi - Seçme Öyküler Ve Masallar, İş Bankası Kültür Yayınları, Çev. Enes Taştan (2021) Prens D. Nehlüdov’un Notlarından, Luzern bölümünden.
*Bu metin Ahmet Rüstem ve Hakan Sorar'ın 2.12.2023 tarihinde Bilsart & monoco'da açılan "Rest in Pieces" sergisi için yazılmıştır.
İlişkiler zordur. Özellikle zorunda kaldığımız ilişkiler. Öncelikle ailemizden başlarız aslında bu zorunlu ilişkilere. Çünkü ailemizi seçme şansımız yoktur. Dünyaya geliriz ve dünyaya geldiğimiz andan itibaren belli bir insan grubunun hem kültürel hem fiziksel şekillendirmesi içinde o bağları oluşturmaya ve kendimizi anlamaya başlarız. Zaman geçtikçe ve büyüdükçe önce ailemizle başlayan, sonra çevremizle devam eden ortamın içinde şekillenmeye başlarız. Bu sadece kültürel bir şey değildir, aynı zamanda fiziksel olarak da bizi etkiler. Ama zihinsel yönde, özellikle önyargıların oluşmasıyla dünyaya bakış açımızın şekillenmesi de yavaş yavaş ortaya çıkar. Biz bütün bu ilişkileri aslında bir zorunluluk temeli ile yaparız. Çünkü bir toplum içinde yaşarken çoğunlukla bu toplumun gereksinimleri içinde neyi kimden, nasıl alacağımıza ve onlara ne sunacağımız da karar veremeyiz. Belli bir sistem vardır ve o sistem devam etmek zorundadır. Özellikle bugünün neoliberal neo kapital, prog kapital ve hatta post kapital dönemlerinde bütün ilişkiler belli bir adanmışlık üzerinden devam eder. Örneğin evinizden çıkıp köşedeki markete gittiğiniz zaman buradaki kasiyerin kim olduğunu bilmezsiniz ama orada vardır. Aynı zamanda o kasiyer de bir müşteri olarak sizi seçemez ve siz orada varsınız dır ve bir ilişkiyi sürdürmek zorundasınızdır. Bu toplumsal hayatı elbette belirleyen temel normlardan biri ve o toplumsal hayatın devam etmesi için ortaya çıkan doğal sonuçlardan da biri. Ama bunun toplumsal taraftaki etkileri üzerine düşünmeye başladığımızda, bugün şekillenen zihniyetin veya önyargıların arkasındaki fikirleri biraz daha anlayabiliriz gibi. Bu zorunlu ilişkilerde bir seçim şansının en aza indiği, hatta hiç olmadığı ilişkilerde toplumsal normları ve bakış açılarını anlamak için önemli ipuçları var. Bir doktor ve hasta ilişkisi, avukat ve müvekkil arasındaki ilişki, anne baba ve çocuk arasındaki ilişki ya da toplumdaki herhangi biriyle yolda karşılaştığımız anda sınırlı sürelerde kurduğumuz ilişkiler bunların örnekleri olarak sayılabilir.
Bunlar hem hayatımızı devam ettirmek için ihtiyacımız olan şeylerden birkaçı hem de günün sonunda aslında akıl sağlığımızı da biraz koruyabilme mizi sağlayan şeylerden biridir. Ancak aslında sistem tam olarak böyle işlemiyor. Gündelik hayatımızda insanın kendi olduğunu anladığı zaman aslında seçimlerini yapabildiği zaman gibi düşünülebilir. Bu anlamda ilişkiler bazında da biz ancak kendi seçimlerimiz ile etrafımızdaki topluluğu ya da yaşadığımız koşulları belirlediğimiz andan itibaren gerçekten özgür olmaya ve kendi kişiliğimizi tamamlamaya da başlarız. Ancak bu noktada önceden öğrenilmiş bir takım yargıların, fikirlerin ve keskin köşelerin yavaş yavaş örgütlenmesini de gerektirir ki işte zaten hayatın içinde belki de özgürlükle esaret arasındaki dengeyi belirleyen şey de burada karşımıza çıkabilir. Dolayısıyla seçilmiş ilişkiler üzerinden kurulan bir yapıyı anlamak, belki çoğunlukla bugünün modern toplumunu ve hatta sanatı anlamak için önemli bir yer teşkil ediyor. Ahmet Rüstem ve Hakan Sorar’ın neler yaptıklarını, daha önceki sanat pratiklerini aslında bir süredir takip ediyorum ve bugüne kadarki gelişimlerini de ve dönüşümlerini de anlamak benim için büyük bir keyif. Bunu hem bir küratör olarak hem de bir yazar olarak, hem de bir noktada onlarla beraber bir yakınlık, bir arkadaşlık, bir dostluk kurabilecek konumdaki bir insan olarak görmek aslında topluma olan inancımı da bir noktada arttırıyor ve aynı zamanda tabii sanata olan bakışımı da biraz şekillendiren şeylerden bir tanesi halinde. Sanatçıların hem zihinsel hem de pratiklerinde değişimi görmek elbette hem bir sanat profesyonel olarak hem de gerçekten sanatla ilgili biri olarak benim için bir ayrıcalık ve bu anlamda da onlara yakın olabilmek.
Genel anlamda hem sanatçılara hem de sanatla ilgili diğer insanlara yakın olabilmek. Bir algıyı da şekillendiren, benim de kendi geçmişimle ya da kendi yaptıklarımla olan bağlarımızı ve yerleşik bir takım düşüncelerimi de sorgulayabilir, yeni bir alan açıyor. Ressamın sergisine aslında bu yönden yaklaşmak istiyorum biraz. Çünkü seçilen bir ilişki modeliyle zorunluluklar arasında kurduğu bağ, bence sanatçıların kişisel gelişimleri ve pratikleri özelinde düşünüldüğünde bambaşka bir yere doğru çıkabilecek bir okumaya yol açıyor. Dolayısıyla serginin içeriğine dair nasıl bir katkı yapabilirim diye düşündüğümde de bunu onların pratiklerine yaklaşarak elimden geldiğince ve kalıpları bozmaya çalışarak yapabileceğimi düşündüm. Ve ortaya da bu yazıya dönüşen sonrasında ses kaydı çıktı. Şimdi bunları biraz nedenleriyle açıklamak istiyorum. Ses sergisi en başında konuştuğumuz zamandan beri bana onların nasıl düşündüğünü anlatan bir pratiğin başlangıç noktasıydı. Çünkü süreçte serginin hangi aşamalardan geçtiğini görebildim ve bugüne kadar çoğunlukla bitmiş eserler üzerinden yorumladığım pratiği tam olarak içinde yaşayarak bir gelişim süreciyle yorumlama ve bu nedenle sanatçıları da daha iyi anlama şansına sahip oldum. Böyle bakıldığında zaten bu kaydın da neden bir sohbet formatında, bir konuşma formatında olduğu biraz ortaya çıkmaya başlıyor. Çünkü ben de bu noktada kendi fikirlerimi sınırlamak ve biraz da aslında zihnimde olan fakat çok kurallı bir şekilde kağıda dökmek istemediğim ve içimden geldiği gibi ifade etmeye çalıştığım bir zeminde konuşmayı daha değerli buluyorum. Hakan ve Ahmet'in bu yeni sergisi aslında temelleri çok insani yerlere dayanıyor ve tarihle, coğrafyayla, geleneklerle ve algılayış biçimleri ile ilgili önemli bir takım sorgulara işaret ediyor.
Güzel olan taraflarından bir tanesi, serginin bu sorguların sonunda net bir cevaba çıkmaya çalışmaması. Fakat sorguların kendisinin gerçekten zihni bulandıran, silecek ve yeni sorulara insanları sevk edebilecek izleyicileri deneyimleyen, veri sevk edebilecek bir yapıda olması. Bu anlamda tarihsel gerçekleri veya tarihsel gerçek olarak önümüze sunulmuş bir takım fikirleri ve yargıları yeniden yorumladıkları ve bunu dijital araçlarla yaptıkları bir süreci görebiliyoruz sergide. Bunun önemli taraflarından bir başkası da bütün bu sürecin aslında sadece kişisel fikirlerden değil, aynı zamanda bilimsel temellerden ve tarihi bir takım belgelerden yararlanılarak ortaya konması. Sergi aslında Domaniç bölgesindeki kurbağalar üzerinden şekillendirdiği bir fikre dayanıyor ve buradan ilerleyen ve şekillenen ve çeşitlenen ve aslında zihinlerinde daha önce belki yer alan ve sergi ekledikleri fikirlerle beraber büyüyen bir yapıda. Bu kurbağalar enteresan bir yapıya sahip çünkü çiftleşmek için belli bir mesafeyi kat etmeleri gerekiyor ve bu mesafeyi kat ederlerken dişiler erkekleri sırtında taşıyorlar ve o bölgeye bu şekilde ulaşıyorlar. Şimdi buna bakıldığında enteresan şeylerden bir tanesi burada bizim bugün en çok sorguladığımız şeylerden bir tanesi belki çağdaş dönemlerde ataerkil sistem ya da toplumsal cinsiyet içindeki toplumsal cinsiyet çalışmalarını yönlendiren. Eşitsizlikler, denge bozuklukları ve bu sistemin nasıl doğada işlediği üzerinden yaptığımız sorgu. Böyle bakıldığı zaman kurbağaların belki yazının bile olmadığı zamanlarda bu yolculuğu o bölgede yaptığını düşünebiliriz. Fakat daha sonrasında hem sanat eserleri üzerinden hem de daha sonrasında yazılı kaynaklarla bu kurbağaların yolculuğu ve yaptıkları eylemin sonucu biraz biraz gün ışığına çıkmaya başlıyor.
Bu da zaten bakıldığında yine işin enteresan taraflarından bir tanesi. Çünkü sanatın aslında yazıdan, edebiyattan. Bugün ara dil olarak kullandığımız, her şeyden önce ortaya çıkan formlardan biri olduğunu görüyoruz. O dönem yapılan onlar ve o tonlar üzerinde ki işlemeler, oradaki süslemeler aslında bu kurbağalar hakkında bize fazlasıyla bilgi veriyor. Hakan ve Ahmet de bugüne o kurbağaları ve o kurbağa formlarını taşıyarak bize yeni bir hikaye anlatıyorlar. Ama bu defa dijital teknolojiler üzerinden bunu yapıyorlar. Dolayısıyla aslında ortaya çıkan şey. Tam olarak bir yorumlama ve sanatsal ifade pratiği. Ve bu şekilde bakıldığında da işlerin o günden bugüne nasıl okunabileceği ve nasıl değiştirilebileceği hakkında önemli ipuçları var. Öncelikle bu onların ya da bu formların bugüne gelirken hangi aşamalardan geçtiğini görebiliriz. Dijital baskılar, üç boyutlu baskılar, üç boyutlu modelleme yöntemleri ve kille yapılan baskılar bu tarz bir yapının ortaya çıkmasında önemli etkenlerden bir tanesi. Bu ne demek aslında? Bugün günümüzdeki gerçeklik algısı ya da kurumsallık algısına büyük bir göndermesi var. Çünkü bir örnekle hemen anlatabilirim bunu. Örneğin bir galeride gördüğünüz bir sanat eserinin gerçek olup olmadığı konusundaki şüpheleriniz aslında bir noktada, gerçek bir noktada değil. Neden? Çünkü gördüğünüz sanat eseri eğer diyelim ki çok özel ve çok kırılgan bir eser ise belki de o müzede gördüğünüz şey o eserin gerçeği değil, iyi bir replikası olabilir. Bunun belli pratik nedenleri var. Bu hem o eserin zarar görmemesi hem de iyi korunabilmesi adına yapılan bir şey. Böyle baktığınızda o eserin kendisiyle sizin algınız arasında kurduğunuz bağ, eserin gerçekliği ya da kurgusal üzerinde net bir anlam ifade ediyor.
Yani o eser eğer gerçek olmasa bile siz onu gerçek olduğuna inandığınız andan itibaren gerçekliği doğru ilerliyorsunuz. Ve eğer bu çok aslına sadık bir replika ise ve siz bir takım kimyasal yöntemlerle o eserin gerçek olup olmadığını, o dönem yapılıp yapılmadığını anlayabilecek durumda değilseniz, işte o zaman aklınızdaki ideali oluşturmaya başlayan, aklınızdaki fikri oluşturmaya başlayan şeylerden bir tanesi de gerçeğe dönmüş oluyor. Dolayısı neyin kurgu neyin gerçek olduğu burada ayrılan şeylerden bir tanesi bir. Bir diğeri de oradaki eserle kurduğunuz bağın sizi bugün nereye yönlendirdiği. Bugün Hakan ve Ahmet'in yaptığı işleri, kullandıkları yöntemleri baktığım zaman gördüğüm şey aslında orada bize sanatçılar tarafından iletilen bir mesaj varsa eğer, onun arkasındaki politik, ekonomik ve anlatı sal katmanlarının varlığı. Bu kısaca şu demek aslında bir sistemin işleyebilmesi için, yani toplumsal yapının devam edebilmesi için belli önyargıların ya da belli kalıpların varlığının devam etmesi gerekiyor. Yani kısaca aslında bu bir itaat mekanizmasının varlığı demek. Buradaki işlerde ise o itaat mekanizmasının ne kadar kırılgan olduğunu, ne kadar değiştirilebileceğini ve aslında anlatılabilecek farklı hikayelerin de var olduğunu görüyoruz. Yani belki bir milli tarih okuması üzerinden bunu düşündüğümüzde daha iyi anlayabiliriz. Yani bir ulusun kendi iyiliğini, kendi düzenini devam ettirmek için anlattığı şeylerde belli şeylerin, belli bölümlerin kesildiğini, değiştirildiğini düşünebiliriz. Bu aynı zamanda toplumsal ilişkiler için de geçerli. Fakat bireysel anlatılar çeşitli indikçe ve kurgu saflıkla aralarında paralellikler kurup, oldukça geçmişle paralellikler kurup oldukça yeni düşünce biçimleri de ortaya çıkabilmekte, başlıyor. Bu da aslında toplum içindeki özgürleştirici ve dengeleyici unsur gibi gözüküyor bana.
Özellikle toplumsal cinsiyet çalışmalarında son dönemde sıklıkla değinilen şeylerden bir tanesi de tarihin yazılırken bu atanmış cinsiyet kavramlarının nasıl ifade edildiği Aslında zaten bugün zorunlu ilişkileri oluşturan şeylerden bir tanesi de bu temelde gerçekleşiyor. Öyleyse anlatının yönünü ve anlatının içeriğini biraz okumakta fayda var. Bugün baktığımızda özellikle onların söylediği şeylerden bir tanesi, yani sergi içinde bir mezar taşı üzerinden bizim gözümüzde çok daha net canlanıyor. Burada tarihte farklı insanların bugün LGBTİ üzerinde kavramsallaştırma sığmış. Fakat geçmiş dönemlerde, hatta antik çağlarda bilinen ve toplum içinde entegre şekilde yaşayabilen insanların nasıl özellikle ölüm sonrasında kategorize edildiğini ve bunun yine toplumun gidişatı için hangi kurallarda algılandığını gösteren bir yapı var karşımızda. Daha önceki mezar taşlarını incelediklerinde Hakan ve Ahmet'in çıktığı sonuç örneğin iki erkeğin birbiriyle çok yakın. Olmasına rağmen mezarlarının öldükten sonra ayrılması üzerinden şekillenen toplum yapısı. O halde buradaki ilişkinin yönü hala zorunlu olmaya devam ediyor ve biz aslında o insanlar yaşarken seçerek, birbirlerini seçerek kurdukları özgür ve demokratik ilişkinin sonrasında çevre tarafından veya toplum tarafından kendi standartlarını uydurmak zorunda bırakıldığını görüyoruz. Zaten aslında korkunç olan şey de, yani şiddetin kendisini doğuran şey de tam olarak burada başlıyor. Bu aynı zamanda o şiddetin ister istemez aktarılması ve belli gerçekliklerin de üzerinin kapatılması demek. Sergide buna benzer aslında çok fazla. Sembol var. Zaten biraz önce söylediğim şey de bunu destekler nitelikte. Çünkü kurbanlardan başlayan ve tamamen doğal süreç içinde, yani doğal yaşamın kendi içinde kurguladığı bir yapıdan hareket eden ve bugünün kurmaca toplumlarında yok edilmeye çalışılan ya da yok edilen ve bunun tamamen toplumun iyiliği için yapıldığı düşünülen bir sisteme geçişin de hataların uyumsuzlukları, neler olduğuda göz önüne çok rahat çıkıyor.
İşte burada Hakan ve Ahmet'in sergiye neden rest dediğine biraz gelmek istiyorum. Ressam tarafından yazılan bir kitap ve bu kitap aslında tarih boyunca belirli insanların ölüm sonrası hikayelerini anlatan, cesetlerine ne olduğunu araştıran bir çalışmanın sonucunda ortaya çıkmış. Elbette, tabii ki resmin piyes, yani huzur içinde yat Hayat ın içinden gelen bir kelimenin bir kelime oyunuyla, yani parçalar içinde yat şeklinde değiştirilmiş versiyonu bu kitabın başlığını oluşturuyor ve aynı zamanda biraz önce bahsettiğim, ayrılan, birbirinden uzağa gömülen aşıkların, sevgililerin, insanların veya birbirinden uzakta yaşamak zorunda kalan, kendilerini baskılamak zorunda kalan, toplum içinde hep geri plana atılmak ve yok sayılmak zorunda kalan tüm insanların hikayelerinin aslında bir sonunu gösteren ya da sonlarından birini gösteren bir çalışma olarak karşımızda. Hakan'ın ve Ahmet'in kitabı bu süreç üzerinden ele alması ve sergiyi bu şekilde yerleştirmesi de bence aslında konuda o soruları verip net olarak cevapları kendilerinin vermediği fakat cevapları izleyiciye bıraktıkları o açık alanın da habercisi niteliğinde. Elbette buradan da bir anonimlik sorgusuna geliyoruz. Çünkü anonimlik aslında görünmeyen, arka plana atılan insanların tamamının paylaştığı bir kader. Ama aynı zamanda toplumun içindeki belli yapıları değiştirebilmek adına da önemli bir kamuflaj. Bu şu demek aslında bir tarafta bir yapı olarak kendini somutlaştıran ve kendi devamını sağlamaya çalışan sistematik kurallar bütünü var ve o kurallar bütünü içinde çoğu zaman gözümüzün önünde belli figürler ya da belli normlar var ve o normlar ya da figürler üzerine oluşan otorite bizim üstümüze çökmüş durumda.
Ama anonim olduğunuz zaman ki ironik bir şekilde aslında bütün bu yapının, yani o sistemi tanımlayan yapının içindeki küçük çarkların da her biri anonim dir. Fakat anlamsız bir biçimde tam olarak neye hizmet ettiklerini bilmedikleri bir biçimde ve belli ön kabuller etrafında o sistemin devamını sağlamaya çalışırlar. Ama öteki taraftan aynı anonimlik, küçük gruplar üzerinden ya da çevreler oluşturulan çevreler üzerinden o fikirlerin dönüştürüldüğü mesine de yardımcı olur. Çünkü anonim bir toplulukta hedef aslında, yani sisteme karşı olan hedef belirli olmayacağı için nereye kaldırılacağı, nerenin işgal edileceği de aslında belirsizdir. Bu, belli sistemleri dönüştürebilmek adına kullanılan doğru ve demokratik bir yöntem haline de gelebilir. İşte bu yüzden tarihsel bir takım kalıntılar, kimliği belirsiz insanlar tarafından yapılmış objeler. Veya mezar taşları veya buluntular, kalıntılar Bunların hepsi aslında içinde ciddi bir anonimlik iması içinde. Ve bu anonimlik üzerinden aslında bir taraftan da demokratik bir okumaya zemin hazırlanmış oluyor. Çünkü izleyiciler bu parçaların her birinin kim tarafından, ne zaman, nasıl yapıldığını tam olarak bilemiyorlar. Evet, belki zamanı ve tekniği biraz daha ortaya çıkabiliyor fakat kimler tarafından yapıldığı çok net belli olmadığı için bireyler bazında o işlerin ya da eserlerin okunmasında ortaya belli önyargıların çıkması ve önyargıların fikire müdahale etmesi de engellenmiş oluyor. Böylece anonimlik bir taraftan da aslında fikrin kendisine odaklanmamızı ve ortaya çıkan şeyin içeriğinden ise bizi taşıdığı ya da taşımadığı şeyleri görmemizi sağlayan bir araç haline geliyor. Sergide mezarlar ve ölüm üzerine temellenen ve aslında anonimlik ima eden temalardan bir tanesi de Trier ile basılmış olan büyük bir lahit den oluşuyor.
Bu lahit aslında bir eş ya da çift lahitler olarak bilinen bir yapıda kurgulanmış. Ama üzerindeki belli sembollerle sanatçıların ekledikleri ile beraber aslında bir kişisel anlatının da izlerini taşıyan bir buluntu ama teknolojik ve geleceğe dönük bir buluntu gibi karşımıza çıkıyor. Ve elbette. Hakan ve Ahmet'in ilk duo sergisi ikili sergisi olarak kurguladıkları resmin aynı zamanda burada bir başka imanın da kapısını açıyor ki o da aslında bu iki insanın neredeyse aynı zihinde ve aynı bedende var oldukları iması. Bu, fiziksel olarak bedenlerinin ayrı olsa da, tıpkı birbirinden ayrılarak gömülen mezardaki insanlar gibi aslında zihinlerinin uzun süredir birlikte çalışmasıyla hem birbirlerine yakınlaşması, hem birbirlerine kenetlenmesi hem de ruhsal bağlarını ortaya koymak adına önemli ipuçlarından bir tanesi. Dolayısıyla burada bir lahitin oluşu ve tarihte böyle çiftli lahit lerin de var olması ve içini görmediğimiz halde sadece orada o çiftin var olduğunu bilmemiz üzerinden şekillenen bir bilgi yumağı bugün sanatçılar tarafından dönüştürülerek başka bir anlatının da parçası haline geliyor. Bir başka konu ise serginin teknik altyapıyı kullanarak, dijital imkanları kullanarak Blockchain teknolojisini veya dijital görselleri, hareketleri, hareket algısını kullanarak oluşturduğu deneyimin kendisi. Dijital teknolojilerin bu kadar yükseldiği henüz emekleme aşamasında olduğu dönemlerden itibaren, yani belki 40'larda, 50'lerden itibaren başlayan süreçte sanatın nasıl deneyimlediği, nasıl aktarıldığı ya da deneyimin nasıl şekillendiği de dönüşüme uğradı. Burada bugün artık internet ağlarıyla beraber dijital verinin çok hızlı işlenebilmesi, saklanabilmesi, dönüştürülebilir mesi ve örneğin bugün prompt dediğimiz yazı üzerinden görsele ya da videoya ya da sese çıkabilme gibi türler arası ya da mecralar arası, disiplinler arası, fikirler arası ya da metinler arası.
Buna her şey diyebiliriz. Formların oluşması sanat tarafında da izleyici ile sanatçı arasındaki deneyimin yönünü ve içeriğini değiştirmeye başladı. Bu sergi özelinde farklı şekilde oluşturulan dijital etkileşim modelleri, bugün bildiğimiz klasik müze anlamındaki algının da kırılması. Demek ki günümüzde müzeler gün geçtikçe daha çok dijital teknolojiler kullanarak geçmişin reprodüksiyon anlarını hem fiziksel çıktılar olarak hem de görsellik ya da deneyim olarak yaşatmaya çalışarak o fikri, o kültürü devam ettirmeye çalışıyorlar. Böyle bakıldığında Hakan ve Ahmet'in de bu ayak izlerini ilerleyerek kendi kurgularını, kendi hikayelerini, kendi geçmişlerini ve olası geleceklerini kurguladıkları bir serginin aslında çıktısı. Hatta öyle ki kalıcı lığı da bir noktada sorguluyor ve bu sorguyu da kendi seslerini, kendi görüntülerini, kendi ifadelerini dijital ortamla planlayarak izleyiciye sunabiliyorlar. Böyle bakıldığında belki geçmişte bunun bir ölümsüzlük amacı taşıdığı iddia edilebilirdi. Ama bugün dijital teknolojilerin, özellikle örneğin hologram larla yeniden yapılan sergilerin ya da konserlerin veya dijital yüz kalıpları alınmış oyuncuların başka aktörler tarafından veya yapay zeka tarafından seslendirilecek ve hareket yakalama teknolojisiyle yeniden anime edilerek işlevsel eleştirilmesi bugün baktığımızda her şeyi tümden değiştirebilecek bir teknoloji gibi gözüküyor. Dolayısıyla kendilerini de işin içine katarak bu ifadeye dijital ve fiziksel yönden sanatçı gözüyle bakabilme leri ve izleyiciye hitap edebilmeleri de bunu bu serginin alışılmışın dışında bir yönünün olduğunu ve aslında onların sözlerinin arkasındaki katmanları da gözler önüne seren faktörlerden bir tanesi haline geliyor. İşte bütün bunların toplamı da değinmek istediğim son konuya yani film meselesine doğru bizi sürüklüyor.
Bu kavram aslında belli formların tarih süresinde ilerlemeyle beraber işlevsiz bileşen bir görüntüyü yeniden sadece algıyı kolaylaştırmak veya. O eski fikri hala hatırlayan, silmek adına yeniden kullanılması üzerinden tanımlanabilecek bir kavram. Örneğin kol saatlerinin eskiden tamamen mekanik ile yapıldığı zamandan bugün dijital teknolojilerle geliştirilen versiyonları arasındaki farkta eski bir örneğini görmek mümkün. Eskiden dijital olarak yapılan bir parça olmadığı için gerçekten içerideki bütün kaldıranlar, bütün parçalar mekanik olarak işleyen şeylerdi. Bugün hala bunlar var. Fakat bir bölüm saat ise dijital ya da pilli elektrikle çalışan modellerde. Bazı kaldıranlar içeride yerleştirmiş, bazı kaldıranlar işlevsiz şekilde duruyorlar fakat saat işlemeye devam ediyor işte bu kavramların işlevselliği hala saatin oradaki alışılmış fikrini empoze eden, ima eden, gösteren bir yapıda olduğu için bir tür eski tarihten de bir örnek verilebilir buna. Örneğin mini halılar daha öncesinde gümüşten yapılan ve perçinler ile birleştirilen kupaları, daha sonrasında ticaretini yapabilmek ve yolda başka yerlere götürürken daha az fire verebilmek veya verilen sürelerden daha az zarar edebilmek için kilden, seramikten kopyalarını yapıyorlar. Ve bu yapılan kopyalar da işlevsiz olsa dahi daha önceki perçin lerin aynısının çıkıntılar halinde kopyaları replika ları var. Dolayısıyla bunlar kilden ya da seramikten kupalar olsalar da üzerlerinde böyle bir takım çıkıntılar var. Öbür tarafı ima eder şekilde. Peki bu bu sergide neden önemli? Çünkü aslında bugün gördüğümüz yapıların çoğu toplum içinde de birer amorf. Örneğin. Yani alışık olduğumuz ön yargıları bize gösteren ve önyargıları üzerine algımızı yeni şeylerde şekillendiren şeyler.
Yine saat örneğinden gidersek, bugün bir dijital saat kol saatinin üzerindeki analog kadran görüntüsü de bir tür eski amorf örneği. Çünkü aslında o işlevsiz, sadece bize onu gösteren bir yapıda. İşte tam bu noktada dijital teknolojilerin bu sergideki konumu da önem kazanıyor. Çünkü Hakan ve Ahmet'in yaptığı şeyler aslında farklı türde ifade edilebilecek bir takım şeylerin eski karşılıkları üzerinden bize sunulan bir fikirler yumağı ya da imgesi ya da bütünü haline geliyor. Ve bu nedenle aslında örneğin bir lahit de baktığımızda onun plastikten ya da plakadan ya da başka bir malzemeden yapılması ve oraya konulması hiçbir işlev ifade etmiyor. Ama biz onu gördüğümüz zaman oradaki fikre doğru odaklanmaya başlıyoruz ki o lahitin üzerinde kendilerinden ya da özel hayatlarından çok fazla detayın olması da aslında içerdeki anlam bütünlüğünün nereye gittiğini gösteren şeylerden bir tanesi. Ve tabii sanatın aslında bir pratik faydaya değil, bir anlamı ya da anlamlar bütününü ilerletmeye olan gereksinimi ya da buna özgü doğasıyla da açıklanabilir şeylerden bir tanesi. Bu nedenle Hakan ve Ahmet'in dijital kazıları olarak gördüğümüz bir yapıda ve biz de izleyici olarak hem o yapının içine biraz daha dahil olabileceğimiz hem de bunlar üzerinden zorunlu ilişkilerden uzak seçilmiş ilişkilerle demokratik, eşit, birbirimizi anlayan ve birbirimizle ilişkileri geliştiren bir zeminde bir sergi kurgusu içine dahil olma şansını yakalıyoruz. Ben de hem geçmişte onlarla beraber çalışabilme fırsatı bulduğum için hem de bu serginin hazırlık aşamasından itibaren onlarla konuşarak sergiyi ortaya çıkaran yapıyı deneyimleyip bildiğim için kendimi mutlu hissediyorum Ve onlara hem bu güzel sergi hem de bu deneyim alanı için teşekkür ederim.
Konuşmayı aşağıdaki player üzerinden dinleyebilirsiniz.
** Konuşmacının notu: Bu metni Ahmet Rüstem ve Hakan’ın dijital teknolojiler ekseninde temellenen anlatı üsluplarına yaklaşabilmek amacıyla konuşmayı yazıya çeviren bir yazılım aracılığıyla ürettim. Yazıdaki hiçbir noktalama, imlâ ve dilbilgisi hatasına müdahale etmemeyi, hepsini olduğu gibi bırakmayı tercih ettim. Bu durumun bir yanıyla teknolojinin ve yapay zekâ uygulamalarının geldiği aşamayı, diğer yanıyla ise insan ile makine arasındaki anlaşma zorluğunu; okunamayan, fakat tıpkı toplumdaki bireylerin arasında olana benzer bir ön yargılar bütünü nedeniyle ortaya çıkan anlam karmaşalarını (mésentendu) görmeye yardımcı olacağına inanıyorum. Bu karmaşayı ortaya çıkarmak ve hem sanatçıların pratiğini hem de işledikleri konuların içeriğine dair farklı konu başlıklarına yayılan bu düşünce egzersizini incelemek için metin ile konuşmayı karşılaştırmak faydalı olacaktır.
Kronolojik olarak yazıdan önceye dayanan sözlü iletişim ve aktarımın yazıya dönüşümü sürcinde, konuşmada sözünü ettiğim özgür tarih yazımı üzerindeki büyük kısıtlayıcılık ile çoğunlukla muhafazakâr görüşün egemenliğiyle ortaya çıkan sistematik yapı, bu metinde tercümenin öznesiyle ortaya çıkıyor. Ancak bu fikri daha da belirginleştirmek adına tercümeyi ses üzerinde kimi stratejik müdahaleler yaparak zorlamak, onun hassas yapısını özellikle ortaya çıkarmak istedim. Bunlar sadece kelime veya cümlelerin arasındaki boşlukları yeniden düzenleyerek yaptığım bir kurguydu; seslerin kendisine veya cümlelerin yapısına hiçbir müdahalede bulunmadım.
Bu kaydın ve ardılı olan yazının bir başka önemi de bir ara dil olan alfabenin, sesin karşısında tam da sanatçıların üzerinde durduğu şekilde bir skeumorfizm örneğine dönüşmesiydi. Ses kayıt teknolojileri yokken veya henüz gelişmemişken alfabenin bir aktarım ve arşiv aracı olarak kullanılması oldukça doğaldı. Ancak önceleri sözlü tarihin kayıt altına alınması (kimi zaman da otorite tarafından sadece kendi amacına göre manipüle edilmesi) amacına hizmet eden yazı, sonraları kendi alanını örneğin edebiyat gibi kâğıt üzerinde başlayan pratiklerle oluşturdu. Yine de özellikle eleştiri gibi yorumlama biçimlerinde yazı, sesin işlevini üstlenmeyi amaçlar. Kaydedilen ses ise yazının planlı, tıpkı bir ağacın dalları gibi ana ekseninden hızlıca dağılabilecek yönlerinden temizlenmiş ve odaklı yapısına benzemez. Buna karşılık yazı, sesin içerdiği tüm duygusal imalar ve bilinçsiz ifşalardan -şimdilik- yoksundur. Ses sentezleme teknolojilerinin gün geçtikçe gerçeğe yaklaşan sonuçlarında ise sese yine belli ifadelerin yüklenmesi söz konusu olduğu için çok daha yanıltıcı olabilecek ve yazıdan bile daha büyük bir otorite kurma ihtimali ortaya çıkar. Bu nedenle yazı, kendi yarattığı alanların (akademik, edebi vb.) dışında, sesli kültürün skeomorfik bir kopyası olarak düşünülebilir. Başlıkta geçen “yerleşik düşünceler” sözleri ise referansını Gustave Flaubert’in 19. Yüzyılın sonlarında aldığı notlardan derlenerek 1911-13 yılları arasında yayınlanan ve Türkçe’ye “Yerleşik Düşünceler Sözlüğü” (Le Dictionnaire des idées reçues) olarak çevrilen kitabından alıyor. Toplumların ön yargılar ve klişelerle olan ilişkisini kara mizahla ele alan bu kitap, günümüzde farklı mecraların birbirine dönüştürülmesi, tercüme edilmesi ya da birbirinin yerine kullanılması sırasında oluşan skeomorfik kargaşanın sinyallerini çok önceden veren eserlerden biridir. Bu nedenle “Rest in Pieces” sergisinin de nasıl okunabileceğine dair önemli bir kılavuz, hatta hâlâ doğruyu gösteren bir pusula gibidir.
Serginin hem tarih, bireysel özgürlükler, kültürel aktarım yapıları veya sanatsal ifade biçimleriyle parça-bütün ilişkisi kuran doğasına, hem de sanatçıların çalışma pratiğine yaklaşabilmek adına ses ile yazı arasındaki bu deneysel yorumlama formunu dinleyici ve okuyucularla paylaşmak, sergiye kendi adıma bu şekilde katkıda bulunmak istedim.
*Bu metin Sümer Sayın'ın 25.11.2023 tarihinde PASAJ @ Barın Han'da açılan Dünya Soğurken adlı sergisi için yazılmıştır.
Bu dünya soğuyacak
günün birinde,
Hatta bir buz yığını
Yahut ölü bir bulut
gibi de değil,
Boş bir ceviz gibi
yuvarlanacak
Zifiri karanlıkta
uçsuz bucaksız.*
Beden dediğimiz yumuşak
kabuğun bizi ne kadar bir arada tutabileceğini bilemeyiz. Kendimizi tanımaya
başladığımızdan itibaren onunlayızdır, hepsi bu. Fakat dünya yaşlıdır ve bu iki
yönlü bir basınç farkı yaratır bedenimizin üzerinde. Bedenimiz içimizi mi
dışarıdan korur, yoksa dışarıyı mı içimizden? Zaman içeri sızmasın diye sıkıca
kapatsak gözlerimizi, kulaklarımızı tıkasak, tutsak nefesimizi sonsuza dek;
yapabilsek tüm bunları belki anlardık o zaman yerkürenin ne kadar yaşlı
olduğunu ve belki o zaman eşitlerdik kulak zarlarımızı acıtan, tüm sesleri
bastıran basıncı. Oysa her kentin içinde insan biraz kimsesizdir ama yalnız
değil. Kalabalıkların içinde arar durur kim olduğunu çocukluğunda ve büyürken.
Kimi zaman ise hiç bulamama pahasına yapar bunu: Biraz oradadır biraz burada;
yollar yanıltan yansımalar ve çıkmazlarla doludur. Gözlerimizi bu soğuk dünyaya
açarken, can havliyle aldığımız ilk nefesin ciğerlerimizi yakmasıyla öğrenmeye
başlarız bunu.
Doğumlar, ateşi çalan
Prometheus’un suçunu üstlendiğimiz tıpkı bir volkandan püskürürcesine savrulup
bir sürgün gibi atıldığımız anlardır yaşamın içine. Kendi formumuzda soğumaya,
kabuk tutmaya başlarız. Zamanla, umudumuz kırıldıkça kabuğumuz çatlar, neden
orada olduğumuzu, buna neden devam etmek zorunda kaldığımızı ateş gibi bir
öfkeyle sorgularız. Taşarız çatlaklarımızdan, eksilir ve şekilleniriz. Kimileri
fazlalıklarından kurtulmak der buna, kimileri ise yaklaşmak ölüme. Kırıldıkça
katılaşır, durağanlaşır, daha da eksilmekten korkarak uslu birer çocuk veya
itaatkâr bir yetişkin gibi yerçekimine bırakırız kendimizi. Bazıları toprakta
bir çukur bulup yerleşir içine, orada yitip gitmeyi bekler, bazıları da
yükselir gökyüzüne doğru; bir basamak olur, her şeye rağmen tırmanır kendine.
Gitmekle kalmak, yükselmekle düşmek arasındaki zamandır tarih; kırılmak, akmak
ve soğumaktır. Sonunda insan yaşamı biterken bir elbise gibi bırakır ardında
tüm kimliklerini. Üst üste, yan yana, yığılır kalanlar; bedenler, düşünceler ve
kitaplar, yaşamın verimli toprağında, yeni filizleri beslemek için birikir. Bu
yüzden kentler ve kültürler tüm sıkışmışlıkları, iç içe geçmişlikleri,
melezlikleri, katmanları ve ihtişamlarıyla arkeolojik kalıntılara, bir bedenin
zamanla birleşecek uzuvlarına benzer. Ülkeler ise bütün melezlikleriyle
coğrafyanın otorite tarafından işgal edildiği siyasi haritaların öznesi,
sınırların üzerlerine bir dövme gibi işlendiği dünyanın bedenleridir. Seslerin,
suskunlukların, özlemlerin, hayallerin ve olasılıkların ağırlık merkezleridir.
Bilinmezliğin ortasında barınmaya çalıştığımız, kimi zaman köklerimizi
derinlerine uzattığımız ve diğer köklere umut ya da hüzünle dokunduğumuz
yerlerdir.
Yaşadıklarımızdan
öğrendiklerimizi, yüzünü görmediğimiz, kim olduklarını başka yerlerden okuyarak
öğrendiğimiz birileri tarafından yazılan kalın ciltli kitaplarla veya artık
gerçekliğinden emin olamayacağımız dijital kimliklerin, avatarların, bıraktığı
karbon ayak izlerine gömülen referanslarla birleştirdiğimiz, bir küçük kaostur
belki de. Asla düzeltilemeyecek, hiçbir tarağın şekillendiremeyeceği, uzun ve
telleri zamanla birbirine dolanmış, düğümlenmiş ama yine de yaşayan bir saça
benzeyen dizginlenemez bir kaos.
Ben demeye başladığımız
o an, kaosun belirsizliğinin ortaya çıktığı andır. Sınırların önce eridiği ve
sonra yok olduğu, güneşin altındaki her şeyin aynı zamanda bir başka şey
olabileceği; açık, derin ve ürkütücü okyanusta bir yerlerde durduğumuzu fark ettiğimiz
an, boğulmamak, nefes alabilmek için kendi sınırlarımızı çizmeye başlarız.
“Ben” sınır demektir; düzeltme, düzenleme, kategorize ve tercüme etme
çabasıdır. Doğanın tesadüfiliğini saygıyla, hatta hayranlıkla karışık bir korku
içinde tanımlamaya, bir kurallar bütünü içinde açıklamaya çalışmaktır bir
yönüyle. Yine de sezgisel ve kişisel olmaktan kurtulamaz “ben”; bu yüzden
“öteki” kavramını yaratır ve varlığını sürdürmek için hep bu ikiliğe ihtiyaç
duyar. Fakat aynı zamanda yine bu nedenle soğumaya, kırılmaya, eksilmeye yüz
tutar.
Anatominin
sınıflandırmaları “ben” kavramında muğlaklaşır; tıpkı zamanla katmanlaşan
kentlerin arkeolojisi, dünyanın birbiri içinde eriyerek büyüyen bedenleri veya
üst üste konulduğunda bir artık ağaca dönüşemeyen, mürekkeple işaretlenmiş,
yazıların işgalindeki kitapların sayfaları gibi. Kentler bir virüsün ya da
sonunda kendini yok edeceğinin farkında olmayan bir parazitin hırsıyla
yeryüzüne yayıldıkça dünya şekillenir ve değişir. Bedenin anatomisi “benle”
biterken, kentler de coğrafyayı sekteye uğratır. Kentler, benlerin disipline
edilmiş, nefesleri içlerinden çekilip alınmış kaskatı bedenleridir ve artık
yalnızca gücü, siyaseti, ekonomiyi, doğuma ya da ölüme indirgenmiş yaşamları,
kalabalıklara dönüşen toplumları içine hapseden kabuk içinde yeni kabukları
yaratır -ve hatta yok eder hepsini aynı anda. Yavaş yavaş kırılır hayaller;
akar, eksiliriz. Ülkeler dağılır, kıtalar kayar, geriye içi boş kitaplar ve
geçmiş zamana ait yazılar kalır. Bir ayna sandığımız izler, artık orada olmayan
yolları, çoktan buharlaşan yağmurların kim bilir kaçıncı kez dönüştüğü
bulutlarla ıslattığı yolları gösterir.
Sümer Sayın, Dünya
Soğurken adını verdiği sergide, insan ile yerküre arasındaki bu tekinsiz
ilişkiye dair ucu açık bir sorgunun kapısını, bir bölümünü sergi mekânını
deneyimleyerek oraya özgü bir biçimde ürettiği, yakın dönem çalışmalarından
oluşan bir seçkiyle aralıyor. Barın Han’ın tarihi mekânında hayat bulan sergi
coğrafya, jeoloji ve tarih üzerinden kurduğu analojiyle, bireyin dünyayla
kurduğu türlü ilişkileri, tanımlamaları, hareket, algılama ya da yorumlama
biçimlerini sorguluyor. Pasaj’ın mimari yapısıyla sunduğu olasılıklara açık
hacmini, ev ve merkez kavramları ekseninde dönüştüren Sayın, bilimsel verilerin
temsillerine müdahale ederek oluşturduğu haritalar ve çizimlerin yanı sıra,
aynalar, kitaplar ya da çeşitli hazır nesnelerin kimi zaman şanslı tesadüfler
yaratan doğasını işlevselleştirerek, onları kurgusal bir evren tasvirinin içine
yerleştiriyor. Nesneleri bozarak, onları yeni form ve anlamlar oluşturacak
şekilde yeniden birleştirerek, sanatsal pratiğindeki döngüsellik vurgusunu bu
defa yerkürenin hareketi üzerinden işliyor.
Dünya Soğurken’in
dilini oluşturan nesneleri ve formları alışılmışın dışında bağlantılarla,
bireysel çağrışımların şekillendirdiği bir kurgu içinde izleyiciye sunan Sayın,
çoğu zaman gözümüzün önünde olan gerçekliği yalın bir dille görünür kılıyor.
Perspektifi bozarak ona estetik ve kavramsal bir alternatif öneriyor, bakışın
yönünü yansıtarak değiştiriyor ya da kimi zaman yazılı dile hapsolmuş
kavramları akla gelmeyecek biçimlerde somutlaştırıyor. Parçaladığı ve farklı
şekillerde yeniden birleştirdiği nesneleri, kimi zaman tekrarlı bir biçimde ya
da bağlamlarından kopararak, kendine özgü bir okuma düzlemine yerleştiren
sanatçı, kurgusallığın gerçeklik üzerindeki kimi zaman ironik kimi zaman ise
absürt sonuçlarını, hareketin, optiğin, mimarinin veya coğrafyanın tanımlayıcı
doğası üzerinden ele alıyor. Nesnelere işlevsel amaçlarının dışında yeni
boyutlar kazandırarak veya tam tersine onları tanımlamalara hapsederek,
eleştirisine konu olan güç ilişkilerini, kimliği ya da faili belirsiz
otoriteyi, tanımlanamayan merkez kavramını ve hakikat sonrası (post-truth)
toplumlarında sıkça rastlanan bu kavramların ekseninde türeyen ikincil, hatta
üçüncül soruları tartışmaya açıyor.
Dünya Soğurken’de yer
alan farklı geometrik şekillerin görüntülerine gizlenmiş döngüsel formlar ve
hareketler Sayın’ın sanat pratiğinin temelindeki bir başka unsuru oluşturuyor.
Sanatçı çizgisel bir düzlemi işaret eden soru-cevap, etki-tepki ya da neden-sonuç
mantığının dışına çıkarak denklemin iki ucunu birbirine ekliyor ve ortaya
çıkardığı döngüler üzerinden izleyiciyi kendisiyle karşı karşıya getiriyor.
Böylelikle eserlerin her biri, sergilendikleri yere ve zamana göre kimi zaman
Sayın’ın düşünce düzleminin bile dışında bir anlamlandırma potansiyeline
kavuşuyor. Dünya Soğurken, kimi zaman birbirine atıfta bulunan eserlerle,
izleyicinin Sayın’ın temel ve sosyal bilimlerle kurduğu bağların, kırılma ve
yansıma anlarının izini sürmeye olanak sağlıyor.
* Nâzım
Hikmet’in, 1947-1948 yılları arasında yazdığı Yaşamaya Dair adlı şiirinin 1948’de
yazılan üçüncü bölümünün ikinci bendi.
*Bu metin Çağrı Saray'ın 16.09.2023 tarihinde Belm'art Space'te açılan Solduğum Pas adlı sergisinin kataloğu için yazılmıştır.
Keskinlik yetmez, pas da gerek yoksa, senden söz ederken hep “daha çok genç” derler.1
- F. Nietszche
Her sabah aynada kendimize baktığımızda dünya
bizim yaşımızdadır. Bedenimiz geçmişle gelecek arasında, belirsiz ve dönüşen
bir anlar bütünü içinde tek yönde ilerlerken zihnimiz, hafızamız aracılığıyla
zamanın keskin sınırlarını biraz daha siler. Aynı yüze saplanıp kalmış bir çift
gözün gösterdiklerinin etkisi altında uyuşan algımız onlarla yeniden karşı
karşıya geldiğinde, evren bir boyuttan diğerine geçer gibi bükülür. Kendi
gözbebeklerimizin sırdan geri yansıyan karanlığından içeri baktığımızda
gerçekliğimizi sınayan şey hafızanın kendiyle çelişen çoklu evrenidir. İnsan
kaçınılmaz paradoksun vücut bulmuş hâli ve kimi zaman kendinin tersine
dönüşebilecek kadar imkânsız bir canlıdır. Belleğimize kazılı olduğunu
sandığımız hatıralar Schrödinger’in kedisinden farksız bir biçimde aynı anda
hem şaşırtıcı derece sanki az önce yaşanmış gibi canlı hem de bir o kadar
uzakta ve ulaşılamazdır. Bu imkânsızlık hâli işte tam da bu yüzden bir yandan rahatsız
edici ama diğer yandan tıpkı parmağımıza ne zaman saplandığını bilmediğimiz ve
ne kadar uğraşırsak uğraşalım çıkaramadığımız acı veren bir kıymık kadar
gerçektir.
Yaşamı olasılıklı kılabilmek adına ayraçlar
yaratırız. Gerçeği kurgudan, düşü hatıradan ayırmak için nefes alır ve nefes
veririz. Bir sonraki ana geçmek, bedenen ve ruhen canlı olduğumuzu,
varlığımızı, cismiyetimizi, henüz delirmediğimizi (veya kimi zaman tam aksine
delirdiğimizi) kendimize kanıtlamak için sözlerin sınırlarını aşarız. Foucault’nun
“sentaksın ardışıklığının tanımlandığı yer”2 tanımı göstergenin
sözden, yaşananların ise yorumdan ayrıldığı sınırı anlatır. Kurgu gerçeği
kuşatabilir ama asla onu kapsayamaz; bu olsa olsa insanın yanılgısıdır.
Yine de insan tüm görmezden gelişlerine, kaçınmalarına,
kibirle keşfettiği günü kurtaran çözümlere ya da sorunların çevresinden
kurnazca dolaşma çabalarına rağmen doğasındaki paradokstan kaçamaz: Nefes
paslandırır, paslanma ise nefessiz bırakır. İleri ya da geri, yukarı ya da
aşağı, orada ya da burada; geçmişin zihnimizde bıraktığı tüm izler bunun birer örneğidir;
paslanma tıpkı gözbebeklerimize yerleşen karadelikler gibi olay ufkundaki her
şeyi etkiler. Ancak kimi zaman düz kimi zaman ise kavisli, sürekli, kesintili,
sığ veya derin oksidasyon süreçleri sadece birer aşınma değildir. Nefes almak
gibi en temel yaşamsal faaliyet aslında bir çürümenin de tetikleyicisidir ama
çürümek, paradoksal şekilde iyileşmeye, kabuğu deşmek ise kanıksanmışı,
geçmişteki kendini yıkmaya, tıpkı zehri atmak için bedeni yaralamaya ve kanı
akıtmaya benzer.
Paslanma geçmişin üzerini örterek bugünle
arasındaki bağı yeniden düzenler; yaralar ama güçlendirir, güçlendirir ama
hissizleştirir, hissizleştirir ama korur, döngü devam eder. Böylece yüzleşme
anlarında çoğu zaman hafızanın en derinlerindeki şeyler yerine onların paslı
yüzeylerini, dönüşmüş, solmuş, kabartılar ve çukurlarla dolu koruyucu kızılımsı
katmanlarını görür, gerçekliğin bu olduğuna inanmaya başlarız. Bu yüzdendir ki
ancak kendi içine bakabilenler, kendi geçmişlerini deşebilenler, soyut
sığınaklarını parçalayabilecek cesareti bulan ve bu mücadeleden genellikle
sarılması gereken yaralarla galip ayrılanlar kendi hikâyelerini yazabilir. Yine
de bir şeyler hep eksik kalır ama paslanmak, yaşayabilmek için feda etmek
zorunda olduğumuz her şeyin toplamı, bir gün sonunun geleceğini bilsek de
yerçekimine direnirken aldığımız, o en insanî hasarın bedelidir.
Pas geçmişin tüm travmalarını, müdahale etmediğimiz
veya etmeyi başaramadığımız şeyleri gözden uzak tutarken yavaş yavaş yayılır ve
uyum sağlamanın buruk konforuyla çevresini kaplar, seslere, yüzlere, jestlere
ve şeylere usulca sızar. Anılarımız bozulmaya ve çürümeye yüz tutarken o anlara
referans olabilecek tüm diğer anlar da böylece zamanla katmanlar halinde
yükselen pasın uzantıları altına girmeye başlayacaktır. Varlığını bile
unuttuğumuzu sandığımız kasvetli bir günün nerede yaşandığı veya bize acı veren
bir cümleyi kimin söylediği güneşte solan bir fotoğraf gibi silinirken
bozulmanın kızıl kabuğu kendi tümsekleri ve çıktıntılarıyla onlara yeni
kimlikler verir. Hafızanın parçaları zamanla başka şeylere, geçmişin soluk,
şeklen bozuk suretlerine, tanımlanmayı bekleyen amorf hayaletlerine dönüşürken,
kendimize yabancılaşırız. Öyle ki ister neşeye ister hüzne dair olsun
yaşadıklarımızın tüm izlerini taşımamıza rağmen onlar hep bir başkasının başına
gelmiş gibidir. Bu iki taraflı bir kamuflajdır adeta; hayatta kalabilmek ve
kendimizi, diğerine dönüştürdüğümüz şeylerden korumak için zihnimizde pasın
hüküm sürdüğü gerçeklikler yaratırız. Hislerde eşitlenirken kayıtsızlaşır,
aynadaki gözleri bir başka yüzünmüş sanarız. Geriye o zamanların, insanların,
seslerin, kokuların veya şeylerin yer tutucuları kalır. Bunlar, tıpkı bir
balkabağı gibi oyulmuş, çürümüş ve çevresiyle bağlantıları kopartılmış anlam
adalarına, metastaz yapmasın diye karantinaya alınmış kanser hücrelerine
benzer. İllüzyon burada başlar; pasın yarattığı alternatif gerçekliğin hayatta
kalabilmek için gereksinim duyduğumuz bir şey olduğuna inanmaya başlarız. Çünkü
yaşam akıp giderken geriye bakmak için pek az zamanımız vardır. Zaman geçer,
pas yayılır ve yüzeyi pasla kaplı bu gerçeklik kabukları zamanla ileri doğru
adım atabilmek için ayaklarımızın altındaki bir basamak gibi katılaşır.
Eserlerinde kendi geçmişinin izlerini süren
Çağrı Saray, Soluduğum Pas sergisinde yaşantısının önemli kırılma
noktalarının yansımalarını bir araya getirirken, pasın içindekini koruyan ve
dışındakini yanıltan kalın kabuğunu kırıyor ve altındaki hafızanın su yüzüne yeniden
nasıl çıktığını sorguluyor. Yan yana getirilen eserlerin oluşturduğu ve nihayet
gözler önünde, sanatçının kendisine rağmen gerçekleştirdiği bu cesur psikanaliz
seansında katmanların arasına gizlenen anlarının bazılarına tanıklık eden
Ankara ise serginin bireysel ve toplumsal fonu haline geliyor. Saray, babasının
çalıştığı üniversiteden çocukluk anılarına, bu dönemde yaptığı fiziksel ya da
düşünsel seyahatlerden, aile ilişkilerine, kendi çatışmalarına, çözümlerine ya
da çözümsüzlüklerine uzanan ve yalnızca kente değil, aynı zamanda kentli olmaya
da dair, bugünkü bakış açısını şekillendiren basınç noktalarını yeniden
keşfediyor.
Sergi sanatçının çocukluğundan başlayarak, gençlik
yıllarına uzanan, izleri farklı tekniklerde üretilen eserlerle günümüze dek
sürülebilecek hafıza sorgusunu aidiyet, birey olma ya da geçmişle hesaplaşma
gibi kavramlar ekseninde bir araya getiriyor. Solduğum Pas, Saray’ın gençlik yıllarındaki dışa dönük, dünyaya neredeyse kafa
tutan tavrının omuzlarında yükselirken günümüzde olgun bir zihinle
kendine yönelttiği eleştirel bakışının nüktedan sonucu
haline geliyor. Kent, tarih, aile, birey, aidiyet, kimlik ve mimari üzerinden
toplumsal pas katmanlarının ardına ulaşmayı, kızıl kabuğu tıpkı bir arkeolog
gibi deşerek kendinden bile korunan gerçekliğe erişmeyi amaçlayan sanatçı,
kalın duvarlarla birbirinden ayrılsa da aynı anda birlikte var olabilmeyi
başaran evrenlerin arasındaki kaçış yollarını gün yüzüne çıkarıyor. Böylece Çağrı,
paradoksun yanıltıcı, güvenilmez, istikrarsız doğasının kabulüyle kendi belleği
aracılığıyla, kabuk tutan yaralarından, kimi zaman da özlem duyduğu mutluluk
anlarından hareketle onu saran gerçekliğin tutarlılığını sarsıyor, yıkıyor ve
yeniden tanımlıyor. Kendi geçmişiyle
hesaplaşırken, izleyicinin de kendini bulabileceği bir toplumsal gerçekliğin
sularını yeniden netleşebilmek için hayatın ironikliğiyle bulandırıyor.
Kaynaklar: 1Friedrich
Nietzsche, Şen Bilim, (2003), Çev.
Levent Özşar, Asa Kitabevi, s.24 2
“...gördüğümüz şeyleri istediğimiz kadar anlatalım, görünen şey hiçbir zaman
söylenen şeyin içine sığmaz ve söylenmekte olan şey imgeler, eğretilemeler,
kıyaslamalar aracılığıyla istendiği kadar gösterilmeye çalışılsın, bunların
ışıklarını saçtıkları yer gözlerin gördüğü değil de, sentaksın ardışıklığının
tanımladığı yerdir.” Michel Foucault, Kelimeler ve Şeyler (2001), Çev.
Mehmet Ali Kılıçbay, İmge Yayınları, s.36