Kaşalot


Evrenin orta yerinde, şaşkınlık içinde etrafına bakınan belki de tek canlı insandır. Her birimizin etrafını saran flora ve fauna, yani bitkilerin ve hayvanların tümü, kararsızlıklarını içgüdüleriyle giderirler. Boş gözlerle oldukları yere çakılıp kalmaktansa, daimi bir hareket içinde yaşamlarını sürdürürler. İnsanı bunlardan ayıran, onu tıpkı bir resmin fonundan kalın konturlarla ön plana çıkarır gibi çevresinden farklılaştıran şey, sahip olduğu düşünme ve yargılama kabiliyetidir. Ancak bu yeti, aynı zamanda onu ne yapacağını bilmez halde, içgüdülerini çoğu zaman hiçe sayarak, sürekli en iyisini hesaplamaya çalışan bulanık bir zihinle başbaşa bırakan temel faktördür. Bunu aşmanın da en basit ve etkili yöntemi daha çok öğrenmekten geçiyor. Bu nedenle belgesel izlemeyi çok severim ancak hayvanlar üzerine olanlar pek ilgimi çekmez. Kaplanların nasıl avlandıklarını, penguenlerin kutup yaşamını, böcek kolonilerinin hayatta kalma stratejilerini izlemek yerine uzay araştırmalarını, insan psikolojisini veya örneğin bir kol saatinin nasıl yapıldığını konu edinen araştırmaları tercih ederim. Buna rağmen konu balinalar olduğunda ekran başına kitlenip kalıyorum. Devasa cüsseleriyle okyanuslarda ve denizlerde yüzüyor olmaları beni hep etkiliyor. Bir yandan belgeseller sayesinde yeni bilgiler öğrenirken diğer yandan her defasında Melville’in romanını hatırlıyorum. Her birimizin aslında Ahab’ın peşinden koştuğu kaşalota ne kadar benzediğimizi düşünüyor, ideallerimiz uğruna kaybettiklerimizin büyüklüğüne ve içinde yüzdüğümüz modern yaşamın sularının ne denli boğucu oluşuna yeniden hayret ediyorum. 

Şehirli olmanın en garip yanlarından biri, çevrenizdeki gerçeklik katmanının içinde, günün hiçbir anında azalmayan trafikte, meydanlardaki kalabalıkların, betonarme yapıların ve adeta ikinci bir bitki örtüsü gibi toprağı kaplayan asfaltın ortasında, neredeyse güneşi bile göremez halde oluşunuzun size garip gelmemesidir. Eğer bir de büyük şehirde doğmuş ve büyümüşseniz bu alışma süreci çok daha hızlı, bundan uyanma umudu ise daha az olacaktır. Günler geçerken farkındalıklar, tüm türleriyle normalleşen şiddet ve hissizlikle akıp gitmeye başlar. Ruhların üzeri de ciğerlerin içi de katranla dolarken, asla bir yere ait olamayanlar, sentetikleşen başarı kavramının peşinden koşmaya başlarlar. Ve hayat bir şehirli için yıllar geçtikçe bu yüzden hep basit bir artı eksi hesabı üzerinden ilerleyen faydacı, rekabetçi, yorucu sonsuz bir yarış haline gelir. 

Ben de şehirde doğdum. Üstelik dünyanın en karmaşık, insanı en çok zorlayan, kuralların yola savulmuş bir hayvan leşi gibi defalarca ve acımasızca çiğnendiği bir şehirde, İstanbul’da. Çocukluğum da burada geçti, ergenliğim de, ilk gençlik yıllarım da. İlk evimiz denize yakındı ancak ailem ben doğduktan kısa bir süre sonra oradan taşınmış. Henüz ben bebekken yerleştiğimiz diğer ev de denize pek uzak değildi. Sonrasında da bir şekilde gittiğim her yerde hep denize yakın yaşadım. Hangi mevsimde hangi balık tutulur hala bilmem ama düşünmek için, rahatlamak için, sakinleşmek ve aklımı toplamak için deniz kıyısına gider, çoğunlukla uzun yürüyüşler yaparım. Bu nedenle ayak bastığım tüm sahiller ve suya yakın yollar, tıpkı girdiğim denizler, içinde yüzdüğüm okyanuslar, göller veya nehirler gibi hatırlar beni. 

Ancak insan bazen hatırlamayı istemiyor. Çünkü güzel harflerle yazdıklarımız kadar karalamalarla mahvettiğimiz sayfalarımız da var. Ve çünkü geçmişimizin iç karartıcı, utanç ve acı verici yanlarına katlanamıyoruz. Bu yüzden özellikle bir şehirli için, kimi zaman yaşamak adına, intihar etmekten daha çok cesaret gerekiyor. Eksiklik hissi, her nasılsa bir gölge gibi peşimizden gelip kendini unuttursa da, en uygun anı bekliyor ve kaybettiğimiz şeylerin toplamı halinde hesap sorarcasına karşımızda vücut buluyor. Üstelik bu anı kestirmek de çok güç. Örneğin bu bir trafik ışığının kırmızıdan yeşile döndüğü veya ocağın üzerindeki çorbanın kaynadığı an olabilir. Zihinlerimiz, duyularımız aracılığıyla kaydettiği yaşamın türlü detaylarını, biz gündelik uğraşlarımız içindeyken arka planda işleyerek bir yönetmen ustalığında kurgular yaratıyor. Kayıplar, göğüslerimize oturan filin, aslında daha da yerleşmek adına kıpırdanması sonucu ağırlıklarını daha az hissettirmeleri sırasındaki anlık rahatlamalarımızdan birinde, zaman algımızı bozuyor. Nefes almak için kaslarımızı germeye başladığımız sırada her saniye adeta saatlere dönüşürken zihnimiz, dakik bir makinist gibi kafamızın içindeki sinema salonunda, geçmişten bir anı, koltukların arasındaki tek ve biricik izleyiciye, yani kendimize oynatmaya başlıyor. Sonrası bazen iyilik güzellik, bazen hüzün, endişe, korku. 

Aklımızın okyanuslarını, kimi zaman gençlik çeşmesine kimi zaman ise ölüler nehrine dönüştüren zihnimiz, duyularımızın hafızasına sırtını yasladığında, zaten toprakla bağı kesilmiş, gökyüzünü görmekten aciz, ciğerleri karbonmonoksitle dolmuş, kulaklarında hep bir uğultu olan şehirli insanın, doğal olanla bağını korumak adına tek kaçış yolu deniz kıyısı kalıyor. Hem zaten ortalama yüzde yetmişi su olan bedenlerimizin yine suda huzur araması doğal değil mi? 

Henüz gezegenimizdeki suların tamamını keşfedebilmiş değiliz. Köklü bir birikimin üzerinde yükselen bilim bile böyle bir ilkel gücün karşısında çaresiz kalabiliyor. Benim suya, denize, okyanusa olan hayranlığım da belki bir ölçüde buradan kaynaklanıyor. Öyle ki temeline suyu aldığım çıkarımlar yapıyorum. Örneğin zeplinleri yük gemilerine benzetirim, uçakları sürat teknelerine, kuşları balıklara... Belki de bu yüzden Titanic’in batışıyla Hindenburg’un yanması arasında net bir bağ kuruyorum. Aradaki tek benzerlik bu değil tabii. İki faciada da canlarından olan insanlar, yok olan bir tarih, kısacası kayıplar var. Ancak rüzgar hırçın bir çocuk gibi yitirilen herkesin ve her şeyin küllerini boşluğa savururken su onları sarmalayıp saklıyor, bağrına basıyor. Eğer bir defa bile sualtına dalmışlığınız varsa, bu uçmaya benzer deneyimin önemli bir özelliği daha olduğunu fark edeceksiniz. Tüpün içindeki hava karışımının normalden farklı oluşunun yaratacağı etki bir yana, su teninizi sardıkça sinir uçlarınız rahatlar, siz de gevşer ve sakinleşirsiniz. Ve bir tür çakırkeyifliğe ulaştığınızda önce zihninizin daha iyi çalıştığını, ardından ise çevrenizle olan bağınızın, çevresel farkındalığınızın giderek arttığını fark edersiniz. Sonsuz maviliğin ortasında asılı dururken, altınızda uzayıp giden karanlık uzamın neleri sakladığını düşünmek bile kayıp kavramını anlamaya yetecektir. Bir süre bunu yaşadıktan sonra, yüzeye çıktığınızda tıpkı bir rüya görmüşçesine yavaşça karasallığa dönmeye başlarsınız. Ancak deneyimlediğiniz şey hep sizinle kalacak bir başka kayıt olarak, yani kayıpların kaydı olarak aklınızın okyanusunda bir dolu fikrin doğumuna yol açacaktır. Suyun bu anaç hali sakinleştirici doğasıyla hep uyum içinde ama yaşam verdiği kadar yaşam da alıyor. 

Suya verilmiş kurbanlar öyle çoklar ki aslında. Dumlupınar denizaltısı geliyor aklıma örneğin. Artık kurtarılamayacaklarını anlayan askerlere verilen sigara içme izni ve o meşhur türkünün ortaya çıkış hikayesi. Veya Bermuda Şeytan Üçgeni’nde kaybolan uçaklar, gemiler; yitip giden hayatlar, artık karşılığı olmayan kimlik kartları, telefon hatları, e-posta adresleri... Bir de Kız Kulesi var tabii. Kuleye dair efsanelerin biri, her gece Üsküdar kıyılarından kuleye yüzen bir sevgiliyi konu alır. Boğazın ortasındaki bu küçücük yapıya hapsedilen kız, geceleri ona elindeki fenerle yol gösterir ve adam yüzerek her gece onun yanına gelir. Ancak bir gece feneri yakamaz ve adam boğazın akıntısında yitip gider. Su bir sevgilinin canını almış ama geriye kültürel bir miras bırakmıştır böylece. Bugün boğaz turu yapan her turiste anlatılan efsanelerden birinin temeli bu şekildedir işte. Hepsi varoluşçu bir bakışla, usulca yitip gidişleri sırasında bulanan bir görüntüye dönüşüyorlar. Yaşamlarımızda hatırlamak istemediklerimiz gibi diplerde bir yerlere, yosunlarla kaplanıp yine doğanın şefkatli eline teslim olmaya iniyorlar. Kalabalıklar içinde savrulan bir şehirli için de durum pek farklı değil ama modern hayatın su kadar iyi niyetli olduğunu söylemek mümkün değil. Tam aksine, en çok peşinde koşulan şey en büyük kayıp haline geliyor ve günümüz yaşamı, kayıpları sonsuza dek yok olmaları için sindirip öğütmeye çalışıyor. Kısacası modern zamanların geri dönüşüm algısı da en az kendisi kadar sorunlu. 

Bu çıkarımları yapmaya başlayan ve gözlerindeki perdeyi kaldıran insan, Platon’un mağara alegorisinde zincirlerini kıran bireye dönüşüyor. Zaten o da kendi yansımasını ilk kez bir suda görmemiş miydi? İşte bizler de zamansız okyanuslardaki aksimizi görmeye çalışan ve ensesinde Ahab’ın nefesini sürekli hisseden balinalar gibi kendi yolumuzu bulmaya, kendimizi tanımaya çabalıyoruz.

0 Comments

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.