Averaj Takımı


Futbolda çok sevdiğim bir tabir vardır: averaj takımı olmak. Bu tanımlama çoğunlukla deneyimsiz, güçsüz ve yenilgisine kesin gözüyle bakılan, bu nedenle artık sadece kaç gol yiyeceği merak edilerek alay konusu olan takımlar için kullanılır. Bu yüzden boyalı basının sayfalarında yıllardır bir “averaj takımı” muhabbeti sürer gider. Kimse bu şekilde anılmak istemez; bu bir utançtır. Üstelik bir kere bu yaftaya maruz kalındığında üzerinde yıllarca konuşulur, alayların, şakaların bir türlü sonu gelmez.

2 Haziran’da ARTER’de açılan Görme Biçimleri, duyurulduğundan beri birçok nedenle beklediğim bir sergiydi. Ancak sergiyi, çoğu sergide yaptığım gibi, açılıştaki ve açılışı takip eden birkaç gündeki gürültü patırtının geçmesini bekledikten sonra gezdim. Bu sürede, Berger’in ölümünden sonra yeniden okuduğum kitabı ve sergiyle ilgili paylaşılan kimi temel teknik bilgiler dışında, bu konuda herhangi başka bir yazıyı okumaktan özellikle kaçındım. Sergi alanının 3 katına 33 sanatçının 70 eserini sığdırmak bir cesaret işiydi ve ben de benzer bir cesaret göstererek kendimi önce suya atmak sonra o suyu tanımlamak istiyordum.

ARTER’de açılan Görme Biçimleri sergisi

Galeride açılan bir önceki sergi beklentilerimi tam anlamıyla karşılamamış olsa da bu yılın en iyi sergisi olmaya şu ana kadar hâlâ en iyi aday. ARTER zaten açıldığından bu yana Patricia Piccini, Mona Hatoum, Mat Collishaw, Marc Quinn ve son olarak Jake & Dinos Chapman gibi yabancı sanatçılara yer vererek sanat çeşitliliği adına bana göre önemli sergilere imza attı. Bu nedenle Görme Biçimleri’ni deneyimlemeye başlamadan önce aklımdaki ön yargıya benzer tek şey de oldukça olumluydu.

Fakat ne yazık ki sergi daha kapıdan içeri girerken bir hayal kırıklığının sinyallerini vermeye başladı. Girişte aldığım kitapçıkta, eser açıklamaları her zaman numara sırasına doğru gitmiyor, kimi zaman sanatçıyla ilgili bir paragrafta, başka bir sayfada toplanıyordu. Bir de bunun üzerine kitapçığın sayfaları numaralandırılmayınca (işleri biraz kolaylaştırmak adına bunu kendi kitapçığımda ben yapmak zorunda kaldım) zaten birçok eserin ve sanatçının arasında olan izleyicinin kitapçığa apayrı bir dikkat harcaması gerekiyordu ki bu bile tek başına serginin okunmasını zorlaştırıyordu. Duvarlarda eserlerin isimleri ve bilgileri de bulunmadığı için kitapçığın sonundaki listeye başvurmak gerekiyordu ancak bu liste eser numaralarına göre değil alfabetik sıraya göre hazırlanmıştı. Kısacası, sergi kitapçığı sanki kafa karıştırıcı olması özellikle istenmiş gibiydi. Görme Biçimleri kağıt üzerinde “şaşı bak şaşır” görseline (stereogram) dönüşmüştü. Sergi alanındaki duvarlarda eser künyeleri de dahil olmak üzere hiçbir yazının olmaması Berger’in görmenin konuşmadan ve sözcüklerden önce geldiğini söylemesine dayanan küratöryel bir karar olabilir. Ancak durum bu ise, çok sayıda eserin ve sanatçının olduğu sergide böylesi kararlar izleyiciye gereksiz bir zorluk çıkarmaktan başka bir şeye yol açmıyor. Eğer tüm anlam sadece kitapta yazılanlara dayandırılarak küratöryel bir metin kullanılmadıysa durum vahim. Fakat deneyimli küratörlerin Berger’in kitabını kutsamaya çalışmak gibi basit bir hataya düştüklerine ihtimal vermek istemiyorum.

Gözlerinizi zorlayın bakalım ne göreceksiniz. İpucu: Cevap sanat değil!

Çağdaş sanatın önemli payandalarından biri olan altmetnin okunabilirliğini bu derece zorlaştıran kitapçığa karşın, serginin sanatçı seçkisi güçlüydü. Özellikle Feldmann’ın, Hein’ın Metzger’in Muniz’in Kwade’in ve Cortis & Sonderegger’in eserleri bana göre serginin, temelini aldığı kitapla bağlantısı en güçlü ve bu nedenle en iyi eserleriydi. Ancak diğer yandan, Dalí, Gursky, Hatoum, Raad, Turell gibi “risksiz” sanatçıların seçilmiş olması bana pek hitap etmiyor. Bu eserler (bu sergi özelinde değerlendirdiğimde) benim için Barthes’ın studium olarak adlandırdığı bilgi ve kültürün bir sonucu olan tanıdık alanın uzantısında yer alıyor ancak studium’u delip geçen, insanda bir iz bırakan punctum’a sahip değiller. Dolayısıyla onları karma sergiler yerine, kendi içinde hem studium hem de punctum’a sahip oldukları kişisel sergilerde görmeyi tercih ediyorum. Kısacası sadeleşebilecek ve böylelikle bence çok daha nitelikli bir hale gelebilecek sergi, küratöryel kararlarla kalabalıklaşan içeriğiyle yorucu bir hal alıyor. Üstelik Berger’in ölümünden hemen birkaç ay sonra düzenlenerek, popülist davrandığı rahatlıkla iddia edilebilecek kadar hassas bir zeminde yükselen serginin, bütün bunları kırabilecek özgün ve cesur bir duruşu olmasını beklerdim.

Jojakim Cortis ve Adrian Sonderegger

Serginin küratörleri Sam Bardaouil ile Till Fellrath, Art Reoriented’ın kurucuları ve aynı zamanda Montblanc Kültür Vakfı eşbaşkanları. Bu ikili yurtdışında nitelikli işlere imza atmış olmalarına rağmen, sergi yukarıda saydığım tüm nedenlerle bende küratöryel anlamda baştan savma kurgulanmış, sanki bir paket olarak (ısmarlama demeye dilim varmıyor) hazırlanmış ama gerekli alanı bulamayınca sergi mekânına tıkıştırılmış hissi uyandırdı. Aslında bu benim için yeni bir his değil. Çünkü Türkiye’de nitelikli küratörlük adına yapılan çalışmalar ne yazık ki çok az ve doğru kürasyona ulaşmak adına izlenen yöntemler görüldüğü üzere etkisiz kalıyor. Yurtiçinde küratörlük derslerinin olduğu sanat yönetimi programları bulunsa da küratörlük odaklı bir eğitim programı, lisans veya yüksek lisans düzeyinde bulunmamakta. Ve ne yazık ki ekonomik olduğu kadar kültürel olarak da hatalı olduğu defalarca kanıtlanmış “ithalat” yöntemi hâlâ yaygın biçimde kullanılıyor. Çözümün öncelikle eğitimle değil sadece konserve sergiler ve yabancı küratörlerle aranması sorunu çözmüyor, üstüne bir de var olan sorunu daha da büyütüyor. Açılan sergiler küratörlerin veya sanatçıların gövde gösterisine dönüşürken içerik geri planda kalıyor ve sergiler unutulmaya mahkûm oluyor. Bunları örnek olarak gören ve inceleyen sanat öğrencileri eğer yurtdışında sergi gezme imkânları yoksa hep azla yetinmek zorunda kalıyor, mezun olduklarında ortalama bir Avrupalı’nın sanatsal görgü düzeyine bile yaklaşamıyorlar. İçi bizi, dışı yine bizi yakan bir durum bu yani. Yine aynı bakış açısı özellikle 2009’dan bu yana -Fulya Erdemci’nin küratörlüğünü üstlendiği ancak kimi kısıtlamalar sonunda kamusal alanı istediği gibi kullanamayan ve bu yüzden tam olarak gerçekleştirilemediğini düşündüğüm 13. İstanbul Bienali dışarıda tutarsak- bienallerin çok büyük bir başarı gösterememesine zemin hazırladı. Hatta Carolyn Christov-Bakargiev’in Documenta 13’ten sonra küratörü olduğu ve şehrin birçok noktasına yayılan 14. İstanbul Bienali bile bence aynı baştan savma tavrın kurbanı oldu. Bu sene düzenlenecek 15. Bienalin de küratörlük yönünden çok farklı olacağını sanmıyorum ancak bunu zaman gösterecek. Öte yandan Contemporary İstanbul her sene beklentileri karşılamakta daha da zorlanıyor. Sadece küratörlükte değil ancak genel olarak sanat alanında eğitimli insanımızın azlığı ve dışa bağımlılık sahte bir Miro sergisinin açılmasına neden oldu. Yine aynı nedenle yakın zamanda Beyaz Müzayede’de açık artırmaya çıkan kimi eserlerin sahte olduğu geç anlaşıldı. Örnekler daha da çoğaltılabilir.

Türkiye’nin sanat ortamı bu nedenle çareyi sürekli yabancı teknik direktör ve oyuncularla arayan ama altyapıdan oyuncu yetiştirmeyen, bu nedenle averaj takımı olmaktan ileri gidemeyen bir futbol takımına benziyor. Keşke konu futbol olduğunda “yönetim istifa!” diye bağırıp günler gecelerce spor programlarında averaj takımı olmanın nasıl utanç verici olduğunu tartıştığımız kadar sanattaki yenilgilerimizi de tartışabilsek. Çünkü içinde bulunduğumuz çukurdan çıkışın tek yolu önce sorunla yüzleşmek ve ardından çözüme doğru bir adım atmaktan geçiyor.

0 Comments

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.