İnsanlığın Mütekamiliyetine Daha Bir Milyon Yıl Var


Öktem Aykut’ta 25 Mayıs’ta açılan iki sergiden biri olan Canavar Meselesi, Hasan Deniz’in 2009’dan bu yana Kuzey Ege’de bir adada çektiği fotoğraflardan oluşuyor. Galeri mekânının üst katına yayılan sergi, sahildeki "buluntu heykellerin" hikayesini Deniz’in üslubuyla anlatırken, zaman, olasılık, izolasyon ve tanıklık gibi "uçucu" kavramları sorguluyor. Sanatçıyla yeni sergisi, adadaki zamanı, üretim yöntemi ve değişen perspektifler hakkında konuştuk.

Yeni sergin başlığını Jules Verne’in Denizler Altında Yirmi Bin Fersah kitabından alıyor. 19. yüzyılda yazılmış bir romanın günümüzün görselliğiyle bir araya gelmesin ardında nasıl bir hikaye var?
Yaşadığımız pandemi sebebiyle, bir yılı aşkın süredir seyahatlerimiz epeyce kısıtlandı. Sokağa çıkma, şehirler arası yolculuk kısıtlamaları haricinde, güvensizlik hissiyle de bir yerlere gitmek istemedik. Ben adadan çok beslenen biriyim. Burada bahsettiğim adayı, kavram olarak görüyorum. Bir adada yaşamak, her zaman bazı detayları düşünmeyi gerektirir. Zihin açıcı, eğitici, kendi adıma, önemli kararlar aldığım bir yer. Serginin çatısındaki oyuncuya da burada yaptığımız bir yürüyüşte rastladım. Uzaktan bakınca denizin sürüklediği birtakım heykelsi karartılar gibi gözüküyorlardı. Yanlarına yaklaşınca, uzun süredir orada olduklarını düşündüğümüz sanayi artığı cihaz suretlerini gördük. Bu arkadaşlar; parçalanmış, fonksiyonlarını kaybetmiş halleriyle birer heykeldiler. İçlerinden bir tanesini görür görmez aklıma Nautilus, geldi. Jules Verne’in, Denizler Altında Yirmi Bin Fersah romanında kahramanlarımız, dünya denizlerinde seyahat eden gemilere musallat olan tanımsız bir şeyin peşine düşüyorlar. Çeşitli rivayetler var. Bu heykellerin tanımsızlığı bana kitabın başındaki karşı karşıya olunan şeyin tanımsızlığını hatırlattı. Formunu bir denizaltına benzettiğim bu savaş makinasını, Nautilus’a benzettim. Serginin ismi, Canavar Meselesi de, kitabın başlarındaki bir gazete başlığından çıktı.



Fotoğraf tutkunun yanında sinema ve edebiyatla da derin bir bağın olduğunu biliyorum. Görsellik ve yazınla olan bağını biraz anlatabilirsin misin? Çalışmalarında genellikle hangisinden çok besleniyorsun?
Tutku, iddialı bir kelime ama sinema ve edebiyatla da en az fotoğraf kadar ilgili olduğumu düşünüyorum. Fotoğraf, benim üretim ve iletişim aracım olduğu için başka bir yerde elbette. Hikayeleri ve bazen hikayeleri biriktirmeyi tutku kelimesi ile yakın görebilirim. Saplantılı, garip bir şey biriktirmek. Yok oluşumuzdan; bazı anları, nesneleri, sesleri, merak ve zevkleri kurtarma çabası gibi. Sonradan birileri o biriktirilmişlere bakıp sizin dünyanız hakkında bir hayal kurabiliyor. İşlerimde çoğunlukla bu hikayelerden yola çıkıyorum. Okuduğum kitaplar, metinler, seyrettiğim filmler ve videolar bu işlerin üretim sürecinde bir takım çağrışımlar yapıyorlar. Hayatta olduğu gibi belirsizlik ve sürprizlerin, işlerimin üretim sürecinde de bazen katkı sağladıklarına inanıyorum. En başından detaylarıyla tasarlanmış bir işin heyecan verici yanı az. Çağrışım dedim ama bir defasında okuduğum bir kitaptan yola çıkarak bir fotograf çekmiştim. Tezer Özlü’nün hikayesinde, yüzen barın adı Türkçe anılıyordu. Almancaya çevirdim ve bahsi geçen tekneyi buldum. İlk kişisel sergimin adı da, bu tekneden yola çıkarak, Alte Liebe idi. Tezer Özlü’nün kitabında geçen restoran-bar tekneden, Tomris Uyar’ın da bir hikayesinde bahsetmesi benim için güzel sürpriz olmuştu.

"Kaptan Nemo"nun, ismini çevirirsek, "Kaptan Kimse" oluşu gibi kendisini hatırlatan bu oyuncuların da çok tanımlı olmamalarını tercih ediyorum.

Denizler Altında Yirmi Bin Fersah denildiğinde akla ilk gelen Kaptan Nemo ve gemisi Nautilus oluyor elbette. Canavar Meselesi sergisinin çekirdeğindeki şeylerden biri de kıyıya vurmuş paslı metal parçalar; bunlar neyin kalıntıları ve burası neresi?
Serginin çekirdeğinde, doğaya terk edilmiş birtakım eski tank parçaları yer alıyor. Bunlar denize yakın, bir gölün yakınında bırakılmışlar. Bu tank kalıntılarına ait çeşitli rivayetler var. Kimileri bunların Birinci Dünya Savaşı’nda bırakılmış İngiliz tankları olduğunu söylüyor ki aslında bu gerçeğe yakın bir hikaye olabilir çünkü bunların bulundukları yerin yakınında, Çanakkale Savaşı’ndaki İngiliz Garnizonu var. Buralara ait, havada bir zeplinin de bulunduğu bir fotoğraf görmüştüm. General Hamilton’un savaşı gözlemlediği karakol da buraya yakın. Bir diğer hikaye de bu tankların kırklı, ellili yıllarda hibe edildiği, bir zaman sonra işlevlerini yitirince buraya bırakıldıkları yönünde. Hayal gücüne açık, anlatıldıkça zenginleşen, gerçekliğinden tatlı bir şekilde uzaklaşan hikayelerden. Bunların ne olduklarını tam olarak bilmek de beni çok ilgilendirmiyor. "Kaptan Nemo"nun, ismini çevirirsek, "Kaptan Kimse" oluşu gibi kendisini hatırlatan bu oyuncuların da çok tanımlı olmamalarını tercih ediyorum. Burası Kuzey Ege’de bir ada.



Serinin çekimleri oldukça kısa bir zamanda gerçekleşti değil mi?
Serginin çatısını oluşturan fotoğrafları, bu heykelleri gördüğümde çektim. Evet kısa bir zaman. Fakat serinin tamamlanması için seçtiğim fotoğraflara bakarsan, oldukça geniş bir zamana yayıldım. 2009, 2014, 2017 ve 2018 yıllarından çalışmalar var. Serinin tamamını bastırmadım.

Öte yandan bu sahilin, sahildeki doğanın ve doğa olaylarının da fotoğrafları serginin bakışına yakalanıyor. Örneğin kıyıya vuran dalgalar da paslı tank parçaları kadar görkemli duruyor. Canavar Meselesi insan yapımıyla doğal olanı karşı karşıya mı getiriyor?
Canavar Meselesi’nde, insan yapımı ile doğal olan karşı karşıya gelmiyor. İnsan yapımı olanı bizim gördüğümüz şu andaki haline getiren doğa ve doğa olayları. Hepsi birlikte bu seriyi oluşturuyorlar ve bir hikaye anlatıyorlar. Oradaki çakıl taşlarının yuvarlaklığı da, karaya binlerce yıldır vuran dalgaların sonucunda oluşuyor. Çok daha az bir sürede, bizim bugün birer heykel olarak gördüğümüz tanklar da doğa olayları sonrasında parçalanıyor ve şimdiki suretlerine dönüşüyorlar. İlk defa salt doğa fotoğrafları sergiliyorum. Sergide yarı yarı orandalar. Serinin basılmamış imajlarının bir tanesi hariç hepsi doğa fotoğrafı. Bu benim fotoğrafım açısından ilginç bir nokta.



Bu meseleye konu olan canavar kim? Kıyıya vuran tank mı? Denizin kendisi mi? Savaşan insanlar, bitmeyen siyasi ve askeri çekişmeler mi? Bizi evlerimize hapseden pandemi mi? Yoksa "öteki" yarattığımız anda biz miyiz?
Kimi rivayetlere göre ben, kimine göre sen. Belki tank… Denizi canavar olarak görmek istemem ama bazılarına göre de canavar, denizdir. Buradaki canavara nesnel olarak bakarsan, savaşan insanın gücünün göstergesi, diğerine karşı üstünlük sağlamak amacıyla geliştirdiği bir savaş makinası. Şu anda gövdesi dağılmış halleriyle bambaşka çağrışımlar yapsa da, hatta bir tanesi bayağı balon balığı sevimliliğinde olsa da, bunlar birer ölüm makinası.

Fotoğraf; yapısı gereği, önceden baskı süreci çalışılmadıysa, sergilenecek mekanı mimari olarak değerlendirerek, işin en tercih edilen şekilde üretilmesine imkan veren bir üretim medyum.

Sergideki tüm fotoğrafların çerçevelerini doğal ahşap tonlarında kullanıyorsun. Ahşap çok sıcak, çok organik bir malzeme ve fotoğrafların izleyiciyle sadece görme duyusu üzerinden yarattığı mesafeyi, malzemenin gerçekten sergi mekanında bulunmasıyla kırılabiliyor. Ancak galeri de sergiyi, duvarlarındaki boyalar ve aydınlatma ekipmanları haricinde endüstriyel yapısıyla bir çerçeveliyor. Serginin yerleşimindeki bu kurguya nasıl karar verdin? Fotoğrafları çekerken bunların nasıl sergilenebileceğini düşünmüş müydün?
Sergideki fotoğrafların çerçevelerinin hepsinin ağacı aynı. Limbayı ham ve iki ayrı ton renk uygulanmış şekilde kullanıyorum. Bu organik malzemenin; doğada, fotoğrafları çekilen nesnelerin yanında da dursalar dikkat çekmeyecek şekilde onlarla uyum içinde olmaları, hatta onlarla iç içe geçmelerine rağmen öne fırlamamaları açısından doğru malzeme olduğunu düşünüyorum. Galeri endüstriyel yapısıyla, bu fotoğraflara çok uyuyor, özgür bir uzayda izleyiciyle buluşuyorlar. Sergileyeceğim fotoğrafları daha önceden seçmiştim ama boyut ve son kararımı galerinin içinde çalışarak karar verdim. Fotoğraf; yapısı gereği, önceden baskı süreci çalışılmadıysa, sergilenecek mekanı mimari olarak değerlendirerek, işin en tercih edilen şekilde üretilmesine imkan veren bir üretim medyum. Bu fotoğraflar, önceden düşünüp şekillendirdiğim bir sergi projesi olmadığı için, çekim esnasında bunların ne şekilde sergilenebileceğini düşünmedim. Sergi projesi ortaya çıktıktan sonra bu arkadaşları bir kere daha ziyaret etmek istedim. Bu ikinci tasarlanmış çekim gününde bir sürprizle karşılaştık. Kasım ayında kumların üzerinde olan tanklar kış boyunca yağmura doymuş, yarı gövdelerine kadar suda yüzüyorlardı. Sergideki bir diğer fotoğraf da 12 yıl önce çekilmiş bir iş. O da kendini bambaşka bir denizden bu arkadaşlarla gösterdi.



Canavar Meselesi’nde tekil çerçevelerdeki dört fotoğrafla birlikte bir adet diptik ve bir de triptik çalışman var. Dört tekli bir ikili bir de üçlü; böyle söylediğimde aklımda amiral battı oyunu canlanıyor. Bu her ne kadar eğlenceli bir düşünce olsa da biliyorum ki ikili ve üçlü fotoğrafın ardındaki mantık çok daha derin. O iki fotoğrafı bu şekilde sergilemeyi neden seçtiğini biraz açıklar mısın?
Serginin merkezinde yer alan canavarı, bulunduğu tanımsız coğrafyayı okuyarak, çerçevesi daha geniş olarak da fotoğraflamıştım. Bir de onu parçalamak istedim. Çektiğim üç ayrı fotoğraftan bir imaj ürettim. Dekonstrüktivizme selam çakan bir yaklaşımın; yapısal bütünlüğü parçalanmış, yüzeyi yılların yorgunluğuyla yatan bu cihazın sureti için ideal olduğunu düşündüm. Fotoğraftaki belirsizlik ve kargaşa hissedilirken, aksak canavarın çerçeveyi kırarak dışarı çıkma arzusu da okunuyor. Diptik fotoğraf ise; net ya da puslu denilemeyecek, merkezi yaklaşık ufuk çizgisinde bir denize ait. Tam karşısına asılı, ışığı daha dramatik bir deniz fotoğrafıyla tezatlar. Diğer fotoğrafta, sert bir dalga kıyıya vuruyor. O dalgalar taşları yuvarlıyor ama taşların köşelerinin zamanla aşınarak yuvarlanacağı bir zamana ulaşmak için tam karşıdaki fotoğrafta olduğu gibi sükûnet içinde binlerce yıl beklemek gerekiyor. İzleyici çok daha şiddetli hareketin olduğu bu fotoğrafta kırılma bekliyor. Halbuki yapısal olarak kırılma diptik olarak sergilenen deniz fotoğrafında.



Sergi, galeri mekanında bir de küçük sürpriz sunuyor izleyicisine: Suların yükseldiği zamanda aynı sahilde ancak bu defa yüksekte bir yerde senin, o tank parçalarından biriyle aynı kadrajda olduğun bir fotoğraf bu. O kare nasıl ve kim tarafından çekildi? O fotoğrafın hikayesi ne?
Demin anlattığım gibi, aslında o küçük sürprizle ilk ben karşılaştım. O çekim gününden tanklara ait herhangi bir fotoğraf kullanmadım. Bambaşka bir hikaye oluyor. Bu fotoğrafın hikayesine gelirsem; Öktem Aykut’da geçtiğimiz aylarda gerçekleşen Gövdesiz sergisinde ilk defa bir otoportremi sergiledim. Bu fotoğrafta, kafamda buluntu bir heykel kıvamında bir çatlağı olan beyaz duvarın önünde duruyorum. Bu fotoğrafla birlikte buluntu heykel de sergileniyor. Açılış günü Gülcem Bayer’in, bu otoportre ve heykelle birlikte beni çektiği fotoğrafı birkaç gün içerisinde bastırdık, çerçeveleyerek galerideki odanın yan duvarına astık. Canavar Meselesi’nde de aynı duvarda; suların yükseldiği gün birlikte çekime gittiğimiz, mimar arkadaşım onulmaz siyah beyaz hasta Aykut Dokur’un, benden habersiz çektiği bir fotoğrafı sergilemeyi düşündüm.

Benim için Denizler Altında Yirmi Bin Fersah’ın kahramanı deniz. Bu çerçevede, Jules Verne’in romantik bir yanı da olduğunu kabul edeyim.

Jules Verne gibi neredeyse romantik sayılabilecek bir yazarın dönemine göre fütüristik eserlerinden birini serginin çekirdeğine koyman bilimkurgu ile olan ilişkini de biraz ortaya koyuyor aslında. Kendini iyi bir bilim kurgu meraklısı olarak tanımlıyor musun?
Jules Verne ile kendimi karşılaştırırsam ben daha romantik bir insanım. Şaka bir yana teknolojiyi çok ciddiye alan bir adam. Yazdığı romanlardaki hayal gibi görünen cihazların basitlerinin alt yapısını, gelişme ihtimallerini detaylarıyla çalışıyor. George Sand yakın dostu, bir mektup yazıyor, haydi artık bizi okyanuslarda gezdir, diye. Denizler Altında Yirmi Bin Fersah’ı yazmasında bu talebin de etkili olduğu söyleniyor. Hop deniz ve denizlerin altındaki olası teknolojiler… Fotoğrafçı Nadar bir büyük balon yapmaya çalışıyor. Onunla ahbap oluyor, balon teknolojisinin detaylarını öğreniyor, Balonla Beş Hafta romanındaki bütün teknik detayları buradan yazıyor. Para kazanıyor, tekne alıyor, seyahatlere çıkıyor, hep bir araştırma halinde ve bu bilgileri yazdığı romanlarda kullanıyor. Bilimsel buluşlar ve hayali hikayeler iç içe geçiyor. Bazıları bilimkurgu değil bilim yazarı da diyor Jules Verne’e. Benim için Denizler Altında Yirmi Bin Fersah’ın kahramanı deniz. Bu çerçevede, Jules Verne’in romantik bir yanı da olduğunu kabul edeyim. Bilim kurgu meraklısı değilim ama çocukluğumun hayal pencerelerini art arda açan, bana büyük keyif veren bu romanın yeri ayrı.




Bugün yaşadığımız çevre problemlerini, toplumsal sorunları ve küresel boyuttaki her türlü şiddet biçimini düşündüğünde "kendi canavarlarımızı yaratmanın" önüne nasıl geçebileceğimizi düşünüyorsun? Bu bağlamda sanatın toplumu dönüştürücü gücüne inanıyor musun?
Burada adadan büyüğümüz Asaf Bey’i anmak isterim: "Bekleyiniz dostum, insanlığın mütekamiliyetine daha bir milyon yıl var."

Hasan Deniz’le Canavar Meselesi üzerine gerçekleştirdiğimiz, içinde "canavar sesinin" de olduğu Sanat Dedikleri Tuhaf Şey adlı podcast yayınının ilk bölümünü şu linkten dinleyebilirsiniz.

0 Comments

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.