Zaman, Algı ve Fetüs Üzerine

[Bu yazı Fazilet Kendirci'nin Akademililer Sanat Merkezi'nde 22 Şubat 2018'de açılan "Fetüs" adlı sergisinin kataloğu için yazılmıştır.]

Günlük yaşamlarımızda bir olguyu, bir gerçekliği, bir varlığı, somut veya soyut herhangibir şeyi (chose) anlamak için sıklıkla onu şimdiki zamanda inceleriz. Eğer incelenen bir objeyse, hatları, boyutları, malzemesi, yapım tekniği, eğer bir varlıksa, fizyolojsi, psikolojisi, görünüşü, eğer bir olguysa, kavramsal ve mantıksal yapısı onu tanımlarken kullandığımız temel bilgi kaynaklarıdır. Zihnimiz bütün bunları saniyeler içinde hesaplayarak, hayatta kalma içgüdüsü ekseninde bir yargıya varmaya çalışır. Örneğin hareket halinde bir otomobili, o anki hızı, rengi, veya çıkardığı sesler üzerinden elde ettiğimiz verileri kullanarak tanımlayabiliriz. Böylelikle otomobille ilk kez karşılaşan biri, onun yalnız o duruma ait verilerini bir araya getirerek bir yargıya varabilir. Ancak otomobilin ve çevresel koşulların farklı olması, aynı insan için  başka bir çıkarıma da olanak verir. Henüz yeni tanıştığımız bir insan için de durum farklı değildir aslında. Onun ses tonu, görüntüsü, konuşurken seçtiği kelimeler, yüz ifadeleri, giysilerinde tercih ettiği renkler ve bunun gibi birçok gösterge üzerinden kişisel -ancak yüzeysel- bir yoruma ulaşmamız mümkündür. Dolayısıyla bir süreliğine -her ne kadar tuhaf gözükse de- bir otomobilin bir insandan farkı yoktur. Çünkü anlama çabası yüzleşilenden çok yüzleşene, bize yöneliktir ve sadece kısa bir zaman içinde yapılan bu gözlemin günü kurtarmaktan başka bir amacı yokur. Bu tanımlama amacı taşıyan çıkarımlar, elimizdeki veri kaynakları çoğaldıkça daha detaylı ve belirleyici olmaya başlar ama yine de şimdiki zaman ile -veya gözlem süresi de denilebilir buna- kısıtlanmıştır. Dolayısıyla yapısı gereği sonsuz bir düzleme yayılmış kültür olgusu çerçevesinde tarih ile bilim bu devamlılığı sağlayabilmeleri için iç içe geçmiş yapılardır ve birlikte, sanat felsefesinin temel dayanak noktalarından birini oluştururlar.


Algının temel öğelerinden biri zamandır. Bu sanatta da, felsefede de, edebiyatta da değişmez bir gerçek olmasına rağmen, tepkisellik (réflexivité) bunu göz ardı etmeye çalışır. Yüzleşmenin getirdiği algılama çabası, üzerinde neredeyse hiç düşünülmeden verilen bir tür ilk tepkiyle (réflexe), daha önce başka durumlarlada yapılmış çıkarımların ana uyarlanması (simulation) veya sorgulanmaksızın öğrenilmiş -bireye dikte edilmiş- davranış şemalarının sonucudur. Zaman algısı ise ironik şekilde bundan sonra gelir. Böylelikle, sıkıştırılmış süreçler içinde ardı ardına hızlı kararlar vermesi beklenen insanın, zamandan kopması ve tepkiselleşmesi, onun algısal eleştiriden (critique) uzaklaşmasını getirir. Algısal eleştirinin yitmeye başlaması ise önce zamansal, sonra mekansal ve sonunda kendine yönelik yabancılaşmayı (aliénation) getirir. Günümüzün birçok karmaşık sorununun -bireysel veya tolumsal boyutta, psikolojik, politik ya da sanatsal- temelinde karşımıza ısrarla çıkacak şey de bu olacaktır: Benliğin ve ötekinin yitimi. Öyleyse bu yitimi incelemeye hem ben hem de öteki kavramlarını oluşturan temel yapı ile, insanla başlamak başlayabiliriz. Ve dolayısıyla ilk aşama, insanı bir otomobilden veya aslında sadece kendini kurtarmaya çalışan açgözlü bir bedenin tanımlarken basitleştirdiği şeylerin herhangi birinden ayıracak tek boyutu, zamanı denkleme dahil etmekir.

İnsanın anne karnında büyümeye başladığı ilk sekiz hafta, bedenin organik yapısının şekillendiği dönemdir. Dokuzuncu haftadan itibaren embriyonal dönem biter. İlk sekiz hafta içinde oluşan organ sistemleri, fetal dönemde gelişmeye başlar. Süreç doğumla sona erer. Her ne kadar bebeğin kimi organları işlevini tam olarak dış dünya ile bağlantısı ile kazansa da embriyon döneminden sonra, özellikle hamileliğin son haftalarında, fetüsün çevresindeki gelişmelere tepki verdiği gözlenir. Doğum öncesi dönemde (periode prénatale) ortaya çıkan bu anlama ve algılama süreci, henüz beyin ve duyular tam olarak gelişmediği için bir tür rüya haline benzetilebilir. Kimi insanlar bu dönemde yaşadıkları şeyleri hatırladıklarını iddia etmektedirler. Zihinlerinde kalanlar ise rüyalara benzer, başı ve sonu yoktur, sadece kimi sesler, sıcaklık hissi, aydınlık-karanlık hissi ve bunlara bazen eşlik eden görüntülerden oluşurlar. Bebeğin doğum öncesinde görsel hafızası olmadığı için bu tip hatıralardaki görsel detaylar, onların sonradan eklenmiş olduklarını gösterir. Dolayısıyla diğer duyumların özgünlüğü (authenticité) de sorgulanabilir niteliktedir.


Sorun şudur ki fetüsün ne oluşmuş bir belleği ne de zaman kavramı vardır. Öyleyse fetüs döneminde insan teorik olarak yabancılaşmanın en ağır durumuyla karşı karşıya kalma olasılığındadır. Çünkü çevresinde olup biteni neye göre anlamlandıracağını bilemediği gibi, onları tanımlayabilmek için ne yeterli duyusal kaynağı ne de oluşturduğu bir belleği vardır. Buna doğumla birlikte işlevini tam olarak yerine getirmeye başlayan organların fiziksel acısı da eklenir. Belki de doğumuyla boş bir sayfa kadar olasılıklara açık olduğunu düşündüğümüz varlık aslında dünyayla ilk bağlantısını bilinçaltında kimi önyargılarla kurar. Eğer durum buysa, hala zaman algısını tam olarak geliştirmemiş bireyin yalnızca içgüdüsel bir hayatta kalma eğilimiyle elde ettiği tüm bilgilerin birbirine benzeyeceği, kısacası yüzleşen ekseninde oluşan algı dizisi ile her şeyin aynı zamanda bir başka şey olabileceği karmaşasından söz edilebilir. Hayatta kalma içgüdüsü bireyin bencilliğini zorunlu kılarken -bir yetişkine kıyasla fazlasıyla basit- düşünce yapısını da etkileyebilir. O halde bir otomobil ile bir insan arasında ayrım yapamayan yetişkin insanın tepkisel davranış şemasının belki de bu travmatik algı çıkmazına dayandığı ileri sürülebilir. Öyleyse insanın vahşi doğasının ardında sadece içgüdüleri değil, daha doğmadan kendiyle ve çevresindekilerle girdiği çalışma olabilir mi? Bütün bu savların odağındaki fetüsü anlamak, insanı ve yaşamı anlamak için hala üzerinde çalışılması gereken bir kilit nokta oluşturuyor.

Ortaköy, Ocak 2018

0 Comments