Odadaki Pembe Fil

Sonbaharla birlikte İstanbul’da sanatsal etkinlikler yeniden canlanıyor. Tatilcilerin geri dönmesi, okulların açılması ve trafiğin yeniden içinden çıkılmaz bir hale gelmesi, şehirli insanın “sezonun açılması” olarak tanımladığı şeyin ta kendisi. Ancak sanat ortamı, mesaisine bu yıl bir öncekine göre biraz daha erken başladı. Geçtiğimiz ay, sergiler birbiri ardına açıldı, hatta bazen aynı gün farklı yerlerde birkaç farklı serginin açıldığı dahi oldu. 

Türkiye’nin sanat ortamının ve sanat piyasasının kalbi İstanbul’un, sabahın çok erken bir saatinde güç bela uyanıp, apar topar kıyafetlerini giymeye uğraşırken, bir yandan da sadece birkaç lokmalık kahvaltısını ağzına tıkıştırarak, baş döndürücü bir hızda hazırlanmaya ve işe geç kalmamaya çalışan ama aslında buna hiç de alışık olmadığı da her halinden belli biri gibi, 2016’nın son çeyreğine telaş içinde girmesinin altında yatan nedenler neler olabilir?


Saat kaç haberin var mı? Sanat sezonuna geç kaldım!

Bu durumun en önemli nedenlerinden biri, ekonomik kısıtların iyiden iyiye hissediliyor oluşu sonunda, kar edilebilir bir sanat piyasasının giderek daha da güçleşmesi. Geçtiğimiz senelerde bir çok önemli galerinin, sanat merkezinin ve kimi sanat kurumunun Beyoğlu’ndan Tophane’ye doğru olan geçişi, kısa süre önce yerini Tophane’den Kasımpaşa’ya (ve biraz da Cihangir’e) doğru ikinci bir göç sürecine bıraktı. Temelde ekonomik şartlara ve yerel kültür politikalarındaki değişime bağlı olan bu yeni sürecin sanat kurumları ve galeriler üzerindeki etkisi yadsınamayacak oranda büyük. Kurumlar ve müzeler, sürecin takibi ve yönetimindeki organizasyonel yeterlilikleri sayesinde bu durumdan görece çok etkilenmese de, sanat piyasasında çoğunluğu oluşturan farklı büyüklükteki galeriler, ayakta kalabilmek adına ince hesaplar yapmaya başladılar. Buna rağmen çok sayıda galeri, giderek küçülen pastadan bir pay alamadı ve açıldığı hızda kapanmak zorunda kaldı.

Bir diğer önemli neden ise geçtiğimiz sene piyasanın, beklentileri ne ekonomik ne de sanatsal açıdan karşılayamaması oldu. Konuyla ilgili tatmin edici ekonomik verilere, piyasa işlem hacminin tam olarak ölçülmesi mümkün olmadığı için ulaşılamasa da, bu alanda galericisinden, sanatçısına, koleksiyonerinden küratörüne herkesin hayal kırıklığı içinde olması, durumun hiç de istenen gibi olmadığını gözler önüne sermeye yetiyor. Geçtiğimiz sene düzenlenen Contemporary İstanbul’a katılan galerilerin bir bölümünün, aradığını bulamaması bir yana, üzerine zararlı bile çıkmış olması da yaşanan hayal kırıklığının üzerine tuz biber oldu. İşin sanatsal yönünde ise, benim de içinde bulunduğum birçokları için, İKSV’nin düzenlediği ve Carolyn Christov-Bakargiev’in küratörlüğünde, Documenta13’ün şekilsiz bir gölgesi olmaktan öteye ne yazık ki gidemeyen 14. İstanbul Bienali örneği yer alıyor. Fulya Erdemci’nin küratörlüğünde gerçekleşen 13.sü ne yazık ki vakfın kamusal alan kullanımıyla ilgili kimi kısıtlara takılması nedeniyle yeterli başarıyı yakalayamamıştı. Anne Ben Barbar Mıyım? başlıklı 13. İstanbul Bienali, bu ve benzeri konularda ağır eleştirilere maruz kalsa da, ardılının birçok açıdan temelsiz ve fazlasıyla aceleye gelmiş yapısıyla kıyaslandığında, ondan çok daha başarılıydı. Geçtiğimiz yıl düzenlenen 14. bienalin belki de nadir olumlu yanlarından biri, Charles Esche ile Vasıf Kortun’un eş küratörler olarak gerçekleştirdikleri ve İstanbul’un farklı alanlarına yayılarak şehirle doğru bir bağ kurmayı başarmış 2005’tekine bu açıdan yaklaşmasıydı. Ancak bu özellik tek başına yeterli olmadı ve bu çapta bir bienalin ancak taslağı sayılabilecek Tuzlu Su’yu (her ne kadar kimi etkileyici eserler barındırsa da) küratöryel olarak kendi içine çökmekten kurtaramadı ve bienal İstanbul Boğazı’nın tuzlu sularına gömüldü. Tabii durum böyle olunca bienale paralel gerçekleştirilen etkinlikler de çekiciliklerini büyük oranda kaybettiler.

Carolyn Christov-Bakargiev kendisini Tuzlu Su’dan yeşil çimlere atmış.

Sanat piyasasındaki kararsızlık ve telaş ortamının en büyük göstergelerinden biri de şüphesiz Art International’ın İstanbul’da bu sene yapılmayacak olmasının nedeninde yatıyor. Geçtiğimiz aylarda yaşanan, başta 15 Temmuz süreci olmak üzere politik gelişmelerin ve terör saldırılarının bir devamı olarak fuar yetkilileri, bu sene İstanbul’da bir etkinlik gerçekleştirmeyeceklerini ancak daha güçlü şekilde geri döneceklerini belirttiler[1]. Unutulmaması gerekir ki fuar 2014 yılında 24.000 izleyiciye ulaşmış, bu sayı bir sonraki sene 32.000’e kadar çıkmıştı. Başarısına rağmen, bu çokuluslu fuarın aldığı radikal karar, elbette yabancı galerilerin, sanatçıların, koleksiyonerlerin ve küratörlerin tutumu üzerinde etkili oldu. Çünkü bu fuar tek başına bile İstanbul piyasasının canlılığı üzerinde büyük bir etki yaratıyor, bu etki özellikle Contemporary İstanbul gibi benzer kalibrede etkinliklerle birlikte daha da büyüyordu.

Ancak geçtiğimiz günlerde ülkeiçi sanat piyasası bir büyük darbe daha aldı. Türkiye, 1 Ocak 2017’den itibaren geçerli olacak şekilde, Avrupa Birliği’nin sanat ve kültür alanında gelişimi desteklemek amacıyla oluşturduğu Yaratıcı Avrupa Programı’ndan çekildiğini duyurdu. Programa dahil olunan 2014 yılından bugüne kadarki iki yıllık süre içinde, Yaratıcı Avrupa’dan kültürel ve sanatsal projeler için alınan mali desteğin 2.4 milyon Avro (2.6 milyon Dolar) olduğu tahmin ediliyor[2]. Bu durum doğal olarak ülkedeki bir çok sanatçıyı, galeriyi, kurumu, küratörü, koleksiyoneri ve gerçekleştirilmesi düşünülen sayısız projeyi direkt etkileyebilecek öneme sahip, çünkü Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın 2016 bütçesi, ülkenin aynı yılki toplam bütçesinin ancak %0.5’lik dilimini oluşturabiliyor[3].

Tüm bu nedenler pek az kişi için gözden kaçırılamayacak kadar net bir tablo çizebiliyor olsa da bu durum, çözüme ulaşabilmek adına yeterli olmuyor. Her şeyden önce kabul etmemiz gereken şey, içinde bulunduğumuz belirsizliğin tam anlamıyla bir kriz olduğu gerçeğidir[4]. Bu bile aslında durumun iyimser bir okuması olarak nitelendirilmeli çünkü aksi bir açıdan bakıldığında içinde bulunduğumuz çalkantının, yaşanmakta olan ekonomik ve siyasi gelişmelerin sonuçlarının kısa sürede ortaya çıkmayacağı varsayımıyla, çok daha büyük bir düşüş öncesindeki öncül deprem olduğu sonucuna da kolayca çıkılabilir. Ancak, erken teşhis hayat kurtarır!

Sanatsal kamu spotu: Umursamazlığı acilen bırakman gerek.

Hayatın her alanında sorunu tanımlamak çoğu zaman çözümün önemli bir parçasını da ortaya çıkarıyor. Peki buradaki temel sorun ne? Batıyoruz! Evet, belki yavaşça belki de büyük bir hızla ama dibe batıyoruz. Batmaz denen gemi batıyor, bizi de beraberinde götürmeye kararlı. Bugüne kadar kim bilir kaç bininci kez delinen karina artık birileri tarafından sessizce yapılan yeni bir yamayı tutmuyor. Bunun çoğunlukla farkındayız ve fakat sanki böyle bir şey yokmuş gibi davranmaya çalışıyoruz… Belli ki durumun gerçekliğini yeteri kadar kavramış değiliz. Ancak diğer yandan paradoksal şekilde, başı kesilmiş tavuklar gibi tamamen “hayatta kalma içgüdüsüyle” bilinçsizce sağa sola koşturmaktayız. Planlamanın ve yönetimin hayati rol oynayacağı bu süreçte, filikalarla denize inmeyi veya güverteden doğruca soğuk suya atlamayı seçmek isteyenler de olabilir. Bu, belki ancak küçük çaplı ve bireysel karar alabilme lüksündekilerin baş edebileceği büyük bir riskten fazlası değil. Yani sorunumuz buz dağına çarpan Titanic’imizin batıyor oluşundan çok, bizim sorunlarla başa çıkış yöntemimizde yatıyor aslında. Oysa biz bu gerçeğe rağmen, güverteye çaresizce yerleştirdiğimiz kuartete çaldırdığımız müziğin tınılarıyla, kaskatı sıktığımız dişlerimizin arasından gülümseyerek dans etmeye çalışıyoruz. Ama bu, odadaki fili görmezden gelmek demek çünkü gemimizin çarptığı şey aslında bir buzdağı değil, filin ta kendisi. Durum ne yazık ki bu kadar ciddi.

“Bu gece sizinle çalmak bir ayrıcalıktı beyler.”

Amacım kötümser bir tablo çizmek değil ama gerçeklerle yüzleşmeden ilerleyebilmek bilinen tarihin hiçbir anında mümkün değildi, halen de değil. Sorun ne kadar korkunç olursa olsun ancak o tanımlandıktan sonra çözüme dair bir fikir yürütülebilir. O halde ne yapmalı?

Temelde kültürel, ekonomik ve yapısal alanda gerçekleştirilebilecek düzenlemeler, kısa sürede çok büyük bir değişim getirmeyecek ancak uzun vadede istenilen sonucu verebilecektir. Tabii ki bu düzenlemeler kısa sürede uygulanabilecek ve çözüme katkıda bulunabilecek diğer düzenlemelerle desteklenmeli. Bu iki adımlı reçete genel çözümün ancak basit bir özetini oluşturuyor. Şimdi bunları biraz daha detaylı olarak inceleyelim.

Biliyoruz ki, sanatın işlevi ancak ve ancak hem bireysel hem de toplumsal ölçekte, entelektüel düzlemde belli bir kavrayışı sağladığında yerine gelebilir. Bu noktada eğitimin önemi hayati düzeyde. Türkiye’de ne yazık ki sanat eğitimi ya salt sanatsal bilginin ezberletilmesi ya da (daha da kötüsü) boş bir müfredatın öğrencilere dayatılması ve sonunda onların yeterli öğrenimi alamadan mezun edilmeleri şeklinde gerçekleşiyor. Eleştirel bakış açısından yoksun, sorgulamanın, itirazın olmadığı ve yalnız ezber üzerinden yürütülen bu eğitim yöntemi, aslında sanatın, bilimin ve bilginin birikimli ilerleyişine taban tabana zıt. Dolayısıyla üzerinde durulması gereken ilk konu eleştirel bakış açısı temelli bir eğitimin sağlanması olmalıdır. Diğer yandan, yüksek öğretim kurumlarının öğrenciyi bir heykel gibi işleyip, mezun olduğunda onu okuduğu bölümle ilgili tastamam bir bilgiyle donattığı sanrısı, akla ters bir şekilde varlığını sürdürüyor. Oysa bireysel çabanın olmadığı bir eğitimde başarı neredeyse imkansızdır. Bu yüzden, önce eleştirel bakış temelli hale getirilecek sanat eğitimi, sonrasında özellikle felsefe, psikoloji, sosyoloji, antropoloji ve hatta pedagoji gibi dallarla desteklenmeli, bireyin daha geniş bir bakış açısıyla düşünebilmesi sağlanmalıdır. Tabii ki eğitim uzun bir süreç ve sonuçları belki ancak iki nesil sonra incelenebilir düzeyde görülmeye başlanabiliyor. Ancak eğitim, amaçlanan kültür sanat ortamında, her şeyin temelindeki en önemli koşulu oluşturuyor. Bu koşul gerçekleştirilmeden hiçbir çözüm yönteminin başarılı olma ihtimali uzun vadede mümkün değil. Kısacası, çözümün ilk ve en temel adımını, eleştirel bakış açısının olduğu, pedagojik temeller üzerine şekillendirilmiş bir eğitim oluşturuyor.

Yerel ve genel ölçekteki kültür politikaları ise bu eğitimin de içinde yer alacağı çerçeveyi çizecektir. Kültüre ve sanata yönelik politikalar, özellikle yerel yönetimler tabanında uygulandığında olumlu ve görece kısa vadede sonuç verebiliyor. Bununla ilgili İKSV’nin bu yılın Şubat ayında yayımladığı rapor rakamsal verileri de aktararak bu yöndeki politikaların sanat ve kültür üzerindeki büyük etkisini ortaya koymakla kalmıyor, aynı zamanda çözüme dair doğru yönde atılmış adımları da gözler önüne seriyor[5]. Raporda belirtildiği üzrere Kağıthane Belediyesi’nin Amsterdam Belediyesi’yle görüşüp kültürel süreç planlaması konusunda birbirlerine destek olması, yakın zamanda atılan en somut ve umut verici adımlardan biri. İki belediye tarafından oluşturulan heyetler karşılıklı ziyaretler yaparak kültür planlaması süreçlerini yerinde incelediler. Böylece yalnız kağıt üzerinde kalmayan ve pratiğe de dökülen sürecin neler getireceğini gelecek günlerde görebileceğiz.

Büyük ölçekte ise gerek ekonomik gerekse kültürel ve sanatsal adımlar, yerel düzeydeki planların bir arada tutulmasına zemin hazırlayacak çerçeveyi yaratmak adına kullanılmalıdır. Günümüzün en keskin gerçekliklerinden olan küreselleşme ve kapitalist temelli ekonomilerin varlığı unutulmadan, çözümün bir parçasının da burada yattığı düşünülmelidir. Bu konuda incelenebilecek en önemli kaynak, şüphesiz bu tip ekonomilerin, hayatın temelinde olduğu Birleşik Devletler olacaktır. 1929’daki Büyük Buhran’dan çıkış sürecinde yürütülen en önemli devlet politikalarından biri sanata yatırım olmuştur. Örneğin yalnız Illinois’da bile sayısız sanat projesi desteklenmiş, sanatla birlikte toplum bilincinin gelişiminin ve ekonomik canlanmanın da önü açılmıştır[6]. Ancak bu durumu gemi batarken güvertede çalan kuartetle karıştırmamak gerekir, çünkü bu tip politikalar kriz anlarında uygulanmaya başlanmış ancak uzun süreli hedeflerle ortaya çıkmış, planlı ve tutarlı bir süreci işaret ederler. Onların amaçları, bakışları başka yöne çekmek ve bu sırada birilerinin kaçışını planlamak değil, sorunu kabullenerek, onu mantıklı bir yöntemle çözmeye çalışmaktır. Zaten bilindiği gibi Birleşik Devletler bu makro ve mikro ölçekteki sanatsal ve ekonomik planlamalarla o dönemi başarıyla atlatmış, kapitalist ekonomilerin doğasında yer alan kaçınılmaz bir sonraki krizi beklemeye koyulmuştur. Bu tür planlamaların günümüzdeki uygulamaları da ilginç ve akılcı şekillerde karşımıza çıkıyor. Örneğin Brexit öncesi Birleşik Krallık’ta sanat alım-satımları için %5’lik bir vergilendirme söz konusuydu[7]. Halen geçerli bu durumun birlikten çıkış sonrasında ne olacağını henüz bilemiyoruz ama yalnızca bu uygulama bile Londra’yı önemli bir sanat piyasası haline getirmek için yeterli temel nedenlerden birini sağlıyor.

Büyük Buhran’dan çıkış sürecinde Birleşik Devletler’de sanat: Walter Paul Robinson – Horseshoeing (1937)

Bunun dışında, büyük firmaların sanata yatırım yapmasının önünü açacak (örneğin vergiler temelinde) düzenlemelerden veya basılı yayınlardan alınabilecek düşük KDV oranlarından, galerilerin kullandığı elektrik bedelinin birim başına ucuzlatılmasına, o yıl içinde üretilen sanat eserlerinin, (örneğin sanat öğrencileri tarafından üretilenlerinin) belli bir kısmının devlet tarafından satın alınmasına kadar bir çok farklı strateji, uzun vadede meyvalarını verebilir ve başta belirttiğim temel yöntemleri desteklemek amacıyla kullanılabilir. Böylece bir yandan ekonomik canlılık artacak, sanat piyasası bir ölçüde rahatlayacak hem de sanatın sürdürülebilirliği, çeşitliliği, ilerleyişi, sanatçının, galericinin, koleksiyonerin ve küratörün nefes alabileceği, böylelikle ekonominin sanatın önüne geçmeyeceği bir alan yaratılabilecektir.

Batan gemiyi kurtarmak belki mümkün durmuyor ama batan geminin mallarını kurtarıp yeni ama bu defa sağlam bir gemi ürtemek için geç değil. Şimdi önümüzde Contemporary İstanbul ve İstanbul Tasarım Bienali var. Bu etkinliklerde olacakları gözleyip, geleceğe dair yeni bir rota çizmenin artık vaktidir.

“Uyan ve ışılda!”[8] Gün çoktan doğdu ve odadaki pembe fil kahvaltınızı yedi bile.


Kaynaklar:
[1] https://news.artnet.com/market/istanbul-art-international-fair-cancels-2016-481028
[2] http://variety.com/2016/film/global/turkey-exits-the-eus-creative-europe-program-in-surprise-isolationist-move-1201877551/
[3] http://www.bumko.gov.tr/
[4] http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&kelime=KRIZ
[5] http://cdn.iksv.org/media/content/files/YerelYonetimlerIcinKulturelPlanlama.pdf
[6] http://www.museum.state.il.us/ismdepts/art/WPA/pdfs/wpa_article.pdf
[7] https://platosanatblog.wordpress.com/2016/07/13/bir-kelebek-londrada-kanat-cirpti/
[8] http://www.phrases.org.uk/meanings/303000.html

0 Comments

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.