Patron Çıldırdı!

Teneke bir spor araba, tuval üzerine bir lise defteri, Kaldırımlar Kurdu Masist ve sekiz sayfa yazı üzerine kurulu bir evren kuran Antonio Cosentino'nun yeni sergisi “Cigara Viski Kolileri Denizlerde, Ferâre sevgilim” 17 Mayıs'ta Galeri Zilberman'da açıldı. Güneşli bir günde Cosentino'yla, sokaklarında binlerce fotoğraf çektiği, sokaklarında sayfalarca hikaye biriktirdiği İstanbul'da, betonun, fayansın, tenekenin, kağıdın ve tuvalin içinden çıkardığı eserlerini ürettiği atölyesinde buluştuk. 

Serginin ana parçası olan arabayla başlayalım isterseniz. Nedir Ferâre'nin hikayesi?

Serginin ana parçası arabamız oldu Ferâre. Oyuncakla heykel arasında bir şey. Böyle bir proje vardı aklımda. Ferâre adı kendi şiirlerimden yola çıkarak ortaya çıktı. Bir de, Suriye'yi bisikletle gezerken orada bir endüstriyle karşılaştım; Yamasaki, Yonda, Ferâre, böyle modifiye etmişler markaları. Mesela Casio, olmuş Casiq. Halep'te Şam'da dükkanlara girince böyle giriyorsun mesela (şapkasını gösteriyor) şuraya Nike logosu yapıyorlar hemen bir dakikada. Onları görünce çakmalar çok güzelmiş dedim. Mesela adam Ferâre yazmış, üstü açık yapmış arabayı. Ama ben yine kendimi tutamadım, arabayı dizayna giriştim gemideki gibi. Amatör endüstri tasarımcısı ruhum kabardı ve yarısı Maserati yarısı başka bir şey, kendime bir araba yaptım. Her arabaya baktım, aylarca spor arabaları inceledim, sonuçta yakışıklı bir araba oldu. 

Ferare, 2016, teneke ve araba lastikleri, 230x70x90cm

Peki sergiyi nasıl ortaya çıktı? 

Sergiyi yavaş yavaş örgütlüyorum, yani başlarken hiçbir zaman belirli bir projem yok. Arabayla başlayıp sonra arabanın etrafında hikayeler oluşturuyorum. Örneğin bunlardan biri Banu Cennetoğlu'nun çıkardığı Masist'in (Gül) Kaldırım Destanı'na dayanıyor. Onu okuduktan sonra Masist karakteriyle ilgilenmeye ve metinler yazmaya başladım. O metinlerde Yeşilköy'den tanıdığım yine bir vücutçu olan Haygaz'la, ki Aygaz diyorlardı ona, Masist'i arkadaş yaptım ve bu araba onların arabası oldu. Onlar aynı renk takım elbiseyle bu arabada gezecekler. Sekiz sayfa bir hikayem var. Masist'e bir saygı duruşu şeklinde, onun bir portresini yaptım. Masist'in portresinin yanında iki tane de dehşeti yansıtan portem var. Dolayısıyla ilginç karşıtlıklar oluşmaya başladı. Yazılarda da bir kırıklık var ve hepsi birlikte serginin duygusunu oluşturuyorlar. Ferâre çöpten bulunmuş malzemeyle yapılmış bir arabaydı; Banu'da onları çöpten buldu aslında. Arabayı Ferrari imgesinden çalarken Masist'i de tuvale taşıyıp imgesini yükseltip sergi için güzel kontrastlar yakalamaya başladım. Bir anti süperkahraman olarak duruyor Masist orada. Arabası da bir şey ama ne olduğu da belli değil. Çakma bir ürün mü, onun arabası mı? Belli değil. Sergi bunlar üzerinde gelişmeye başladı aslında.


Serginin omurgasında bir de lise defteri tuvaliniz var değil mi?

Masist'in çizimleri saman kağıda yapılmıştı. Ondan sonra da bir lise defteri geldi aklıma. Bir lise defteri kapağı boyadım. Bu bir anahtar gibi oldu sergide, çizimleri ve hikayeleri taşımaya başladı. Sonra bunlara kontrast olacak bir mermer boyadım bu defa tuvalin üzerine. İyice zıvanadan çıkarttım sergiyi. Patron çıldırdı!


Sergiyi oluşturma süreciniz serbest çağırışımlarla mı ilerliyor?

Ben proje türü yapılmış işleri de seviyorum. Başta verilmiş karara, sanatçının bir yıl önce vermiş olduğu karara sonuna kadar uymasını anlıyorum ve seviyorum ama ben bir sarkaçla çalışmayı seviyorum. O an bir şey geliyor aklına tamam şimdi buna dönüyorum diyorsun ve dolayısıyla bir hikaye kitabının içindeki hikayeler gibi onların kendi otonomileri oluyor. Zaten birbirleriyle konuşacaklardır eserler, flört edeceklerdir. Yani zorunlu olarak onların bir konsept içinde belirgin şekilde durmaları gerekmiyor. Bir araya geldiklerinde de izleyicinin dolduracağı bir boşluk oluşuyor. 


Üslupla ilgili deneyselliğe ve dış etkenlere açık bir çalışma stiliniz var öyleyse.

Evet. Üslupla çalışan sanatçıları seviyorum; ister Bacon olsun ister Cooper olsun ister Neş'e Erdok olsun. Onların üslubu bozmadan devam etmeleri anlayabildiğim bir şey. Ama romantiklerin Quattrocento Sözleşmelerini bozdukları anı da seviyorum. Çünkü üslup sonuçta bir anlamda verdiğin sözdür de. Üslup sahibi olan sanatçıları suçlamak gibi bir niyetim yok onları anlayabiliyorum ama bunu dağıtmayı da denemek gerekiyor. Atatürk Kütüphanesi'ne gidiyorum, gazeteleri tarıyorum. 1984 yılından bir fotoğraf seçtim mesela ve ikiyüze yüzelli bir tuvale boyadım. Orada bulduğum ve anlamını bilemediğim kimi fotoğraflar üzerinden çalıştım. Yazıların içine eski işlerden de bir şeyler koydum; İstanbul Atlası'ndan örneğin. O seride de yüzbin fotoğraflık bir arşiv var elimde ne yapacağımı bilemiyorum şu an. Önemli bulduğum işleri yazıların içine koydum. Kabaca, anılar ve her şeyle ilgili bakanın tamamlamasını arzu ettiğim açık bir çalışma şeklim var. İçinde politika da var bunun; Proustvari, sürrealistlerin, Aragon'un tasvir ettiği tarzda hafıza sorunları da.

Masist (Kaldırım Destanı'ndan), 2016, tuval üzerine yağlı boya, 150x180cm

Her eser için ayrı bir altmetin yerine bu sergide ayrı bir eser olarak sekiz sayfalık bir yazı var. Bu nasıl ortaya çıktı? Amacı neydi?

Kendim metin yazmayı sevmiyorum. Ben de bu yüzden serginin bir işi olarak, sekiz sayfa metin yazdım. Bunlar da hikayeler, şiirler. Sinekler üzerine, evrenin tarihi üzerine konuşmalar, iç sesler. Benim kafamda, yani öyle hayal ediyorum, bu metinler sergiyi toplayacak. Bunları okuyan biri resimlere tekrar, başka bir gözle bakacak. Masist'in hikayesini Haygaz'ın hikayesini, benim ruh halimle ilgili ne varsa onları öğrenebilecekler. Ama önemsediğim şey izleyicinin eserlerden kalan boşlukları kendi doldurması. Örneğin bir filme girdiğin zaman, kendi adıma konuşuyorum tabii, önden bir metin okumak benim çok da arzu ettiğim bir şey değil. Ben onunla çıplak olarak karşılaşmak istiyorum. Bana bir yol haritası oluşturmasın istiyorum metinlerin. Tamam anlıyorum, bazı işlerde yalnız ona bakmak yeterli olmuyor, konseptinden, formatından ve biçiminden dolayı, o zaman metine yaslanıyorsun, başlıyorsun ondan yardım almaya ki onu tamamlayabilesin. Bu da bir yol. Özellikle 60'lardan sonra kavramsal sanatta, eğer metinsel bilgiyi toparlayamazsan bu sefer de iş çıplak kalır. Amacım bu yöntemi yermek değil, böyle bir kavga içinde değilim ama kendim için uygun olan metodu arıyorum. Sanat şöyle okunmalı, böyle okunmalı gibi bir şey söylemiyorum, her türlü okunsun. Benim bu sergideki amacım kendi tabiatımı kuracağım bu sarkaçla nasıl ifade ederim sorusunun yanıtıydı. Bu nedenle de sergideki işler dışavurumdan neredeyse fotorealizme kadar güzel bir salınım içerisinde ki bu da arzu ettiğim şey zaten ve uzun zamandır bunu kovalıyorum. Bu sergide de bunu deneme fırsatı buldum. Sonuç olarak ortaya sürprizlere ve belirsizliklere açık bir yapım süreci çıkarabiliyorum. Bu süreç, sonunu bilmediğim erotik bir ilişkiye dönüşüyor. Edebiyattaki erotik metin gibi, sonu belirsiz, içinde biraz aşk olan, sürprizli bir ilişki.


Metin o halde serginin küratöryel altyapısını mı oluşturuyor?

Evet. Metin bir anlamda serginin küratörü olmuş oluyor. Ancak metinlerin tamamı birbirinden bağımsız paragraflardan oluşuyor. Baudelaire'in Paris Sıkıntısı'na yazmasına benziyor aslında bir bakıma. Editöre yazdığı yazıda, “Size bir metin göndereceğim ama omurgasını çektim, nasıl olacak bilemiyorum” diyordu. Onlar hep modern denemelerdi aslında ve hala o yollar açık.


Bu sergi daha önceki sergilerinizden ne gibi bir farklılık taşıyor? Hepsi bir araya geldikçe ortaya tamamlanan bir yapboz mu çıkıyor?

Bilmiyorum; bunları izleyiciye bırakıyorum. Ben sanatçıyım, duygularla hareket etmeye çalışıyorum. Bir teorisyen değilim bu yüzden de duyularla çalışıyorum. Sanatın da duyuların alanı olduğuna inanıyorum, bilimin değil. Sanatın en kuvvetli olduğu an duyularla çalıştığı andır; ister sinema olsun, ister ne olursa olsun. Eski ustalardan Thomas Bernard tamlık üzerine: “Biz bir felsefeciyi, felsefe yapamadığı için severiz. Bir yazarı da yazamadığı için severiz. O çabayı severiz. Aslında biz insanları da tam oldukları için sevemeyiz. Kusurlarından dolayı severiz” diyor. Tamlık ve eksiklik güzel bir konu. Hem felsefik hem de sanatsal bir konu. Bir şey tam olduğunda, mükemmel olduğunda boşlukları doldurduğunu var sayamayabiliriz. Bu yüzden Thomas Bernard'ın lafı güzel. Ben onun tırnak içinde ne demek istediğini anlayabiliyorum. O girdiği dolambaçlı sorular, içinden çıkamadığı şeyler ve bir yerde çaresizliği vesaire. Yorum yapmak senin işin, bu serginin diğerlerinden değişik olup olmadığını ben bilmiyorum.


Sergi kataloğunda yer alacak ama sergilenmeyecek kimi işleriniz de var.

Mesela bir sürpriz iş, halk otobüsü direkleri. İkiyüze ikiyüzelli, oldukça büyük. Bunların fotoğraflarını çekmiştim yıllarca. Yıllar önceki çakma soyutlarım gibi. Çakma çünkü geometrik sanat havası var ama mesela fayanslardan oluşuyor. Aslında mimari bir öğe ama onları geometrik sanat gibi kullanmayı seviyorum. Bunların temeli gündelik hayat; işe gittiğim işten geldiğim yerler. Bazen konsept kuramıyor ya sanatçılar, işte şu caddede Harbiye'de yürüyorum mesela. Sıkıcı tekdüze bir hayatım var, neyin konseptini kuracağım? Düşünüyorum nasıl bir konsept kurmalı diye. Ütopik olmuyor, distopik olmuyor. Hayal kırıklığı oluyor içinde, sürekli psikolojilerin çöktüğü bir ülke ya. Neticede ikinci dünya, birinci dünya da değil. Dolayısıyla bunu boyamak istedim ve sorgulayarak girdim. Güzel karıştı kafam, izleyenin de inşallah karışır kafası. Derli toplu bir kafam yok benim.

Köşecik, 2016, tuval üstüne yağlı boya, 150x210cm

Büyük boyutlu işlerinizi neden sergilemiyorsunuz?

İstanbul'da salon yok. Ben bir sürü büyük resim yaptım ikiyüze ikiyüzelli ama sergileyemedim ki 2009'dan beri! Yirmi tane bu boyutta iş sergilesem, nereyi tavsiye edersin bana? Yok. O yüzden kataloğa koydum bunları. Ama normalde göremezsin bu işleri, bizde müze olmadığı için. Kimse bilmiyor. Cihat Burak eserlerine mesela gidelim seninle bakalım, bir tane İstanbul Modern'de var, ikinciyi bulamayacağız.


Kullandığınız materyaller de, çalışma tarzınız da dönüşüm ve değişim üzerine, genellikle endüstriyel eksenli ve biraz da alaycı. Bunun ardındaki motivasyon nedir?

Fordist üretim bize ne diyordu? Üretim bandıyla beraber fütürist manifestolarda, vida, gelecek vesaire imgeleriyle makinayı kutsuyorlardı. Ne oldu şu an o serüven? Dünyanın bütün parası %1'in eline geçti, “slow” yeniden elit tabakada, kumaşta, yemekte, el ile yapılan şeylerde popüler oldu. Seri üretimi, endüstriyel üretimi orta ve alt sınıflara yapıştırdılar. Ben anlamadım bu işi? Kentler binyılı geldiğinde, ki gelecektir yavaş yavaş, kentleri bastıramayacaklar. Şangay, Kahire, İstanbul gibi şehirlerdeki nitelikli insan sayısı çoğalıyor. Ama eskinin sistemi nitelikli insanları taşımıyor. Bir kentte artık beşyüz tane iyi ressam var, beş tane değil. Oysa sistem eski kodlarla çalıştığı için onu ne kurumsal olarak taşıyabilecek durumda, ne hiyerarşik olarak onu hayatın içine katabilecek durumda. Dolayısıyla biz eski yüzyılın endüstri ve sanayi kodlarıyla devam etmeye çalışıyoruz.

Antonio Cosentino'nun dönüşüme, sarkaca, anılara ve politikaya dair sergisi “Cigara Viski Kolileri Denizlerde, Ferâre Sevgilim” Galeri Zilberman'da 2 Temmuz 2016 tarihine kadar izlenebilir.

0 Comments

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.