Yerleşik Düşünceler ve Dijital Anakronizmin Dönüştürücülüğü Üzerine**

*Bu metin Ahmet Rüstem ve Hakan Sorar'ın 2.12.2023 tarihinde Bilsart & monoco'da açılan "Rest in Pieces" sergisi için yazılmıştır.


İlişkiler zordur. Özellikle zorunda kaldığımız ilişkiler. Öncelikle ailemizden başlarız aslında bu zorunlu ilişkilere. Çünkü ailemizi seçme şansımız yoktur. Dünyaya geliriz ve dünyaya geldiğimiz andan itibaren belli bir insan grubunun hem kültürel hem fiziksel şekillendirmesi içinde o bağları oluşturmaya ve kendimizi anlamaya başlarız. Zaman geçtikçe ve büyüdükçe önce ailemizle başlayan, sonra çevremizle devam eden ortamın içinde şekillenmeye başlarız. Bu sadece kültürel bir şey değildir, aynı zamanda fiziksel olarak da bizi etkiler. Ama zihinsel yönde, özellikle önyargıların oluşmasıyla dünyaya bakış açımızın şekillenmesi de yavaş yavaş ortaya çıkar. Biz bütün bu ilişkileri aslında bir zorunluluk temeli ile yaparız. Çünkü bir toplum içinde yaşarken çoğunlukla bu toplumun gereksinimleri içinde neyi kimden, nasıl alacağımıza ve onlara ne sunacağımız da karar veremeyiz. Belli bir sistem vardır ve o sistem devam etmek zorundadır. Özellikle bugünün neoliberal neo kapital, prog kapital ve hatta post kapital dönemlerinde bütün ilişkiler belli bir adanmışlık üzerinden devam eder. Örneğin evinizden çıkıp köşedeki markete gittiğiniz zaman buradaki kasiyerin kim olduğunu bilmezsiniz ama orada vardır. Aynı zamanda o kasiyer de bir müşteri olarak sizi seçemez ve siz orada varsınız dır ve bir ilişkiyi sürdürmek zorundasınızdır. Bu toplumsal hayatı elbette belirleyen temel normlardan biri ve o toplumsal hayatın devam etmesi için ortaya çıkan doğal sonuçlardan da biri. Ama bunun toplumsal taraftaki etkileri üzerine düşünmeye başladığımızda, bugün şekillenen zihniyetin veya önyargıların arkasındaki fikirleri biraz daha anlayabiliriz gibi. Bu zorunlu ilişkilerde bir seçim şansının en aza indiği, hatta hiç olmadığı ilişkilerde toplumsal normları ve bakış açılarını anlamak için önemli ipuçları var. Bir doktor ve hasta ilişkisi, avukat ve müvekkil arasındaki ilişki, anne baba ve çocuk arasındaki ilişki ya da toplumdaki herhangi biriyle yolda karşılaştığımız anda sınırlı sürelerde kurduğumuz ilişkiler bunların örnekleri olarak sayılabilir.




Bunlar hem hayatımızı devam ettirmek için ihtiyacımız olan şeylerden birkaçı hem de günün sonunda aslında akıl sağlığımızı da biraz koruyabilme mizi sağlayan şeylerden biridir. Ancak aslında sistem tam olarak böyle işlemiyor. Gündelik hayatımızda insanın kendi olduğunu anladığı zaman aslında seçimlerini yapabildiği zaman gibi düşünülebilir. Bu anlamda ilişkiler bazında da biz ancak kendi seçimlerimiz ile etrafımızdaki topluluğu ya da yaşadığımız koşulları belirlediğimiz andan itibaren gerçekten özgür olmaya ve kendi kişiliğimizi tamamlamaya da başlarız. Ancak bu noktada önceden öğrenilmiş bir takım yargıların, fikirlerin ve keskin köşelerin yavaş yavaş örgütlenmesini de gerektirir ki işte zaten hayatın içinde belki de özgürlükle esaret arasındaki dengeyi belirleyen şey de burada karşımıza çıkabilir. Dolayısıyla seçilmiş ilişkiler üzerinden kurulan bir yapıyı anlamak, belki çoğunlukla bugünün modern toplumunu ve hatta sanatı anlamak için önemli bir yer teşkil ediyor. Ahmet Rüstem ve Hakan Sorar’ın neler yaptıklarını, daha önceki sanat pratiklerini aslında bir süredir takip ediyorum ve bugüne kadarki gelişimlerini de ve dönüşümlerini de anlamak benim için büyük bir keyif. Bunu hem bir küratör olarak hem de bir yazar olarak, hem de bir noktada onlarla beraber bir yakınlık, bir arkadaşlık, bir dostluk kurabilecek konumdaki bir insan olarak görmek aslında topluma olan inancımı da bir noktada arttırıyor ve aynı zamanda tabii sanata olan bakışımı da biraz şekillendiren şeylerden bir tanesi halinde. Sanatçıların hem zihinsel hem de pratiklerinde değişimi görmek elbette hem bir sanat profesyonel olarak hem de gerçekten sanatla ilgili biri olarak benim için bir ayrıcalık ve bu anlamda da onlara yakın olabilmek.




Genel anlamda hem sanatçılara hem de sanatla ilgili diğer insanlara yakın olabilmek. Bir algıyı da şekillendiren, benim de kendi geçmişimle ya da kendi yaptıklarımla olan bağlarımızı ve yerleşik bir takım düşüncelerimi de sorgulayabilir, yeni bir alan açıyor. Ressamın sergisine aslında bu yönden yaklaşmak istiyorum biraz. Çünkü seçilen bir ilişki modeliyle zorunluluklar arasında kurduğu bağ, bence sanatçıların kişisel gelişimleri ve pratikleri özelinde düşünüldüğünde bambaşka bir yere doğru çıkabilecek bir okumaya yol açıyor. Dolayısıyla serginin içeriğine dair nasıl bir katkı yapabilirim diye düşündüğümde de bunu onların pratiklerine yaklaşarak elimden geldiğince ve kalıpları bozmaya çalışarak yapabileceğimi düşündüm. Ve ortaya da bu yazıya dönüşen sonrasında ses kaydı çıktı. Şimdi bunları biraz nedenleriyle açıklamak istiyorum. Ses sergisi en başında konuştuğumuz zamandan beri bana onların nasıl düşündüğünü anlatan bir pratiğin başlangıç noktasıydı. Çünkü süreçte serginin hangi aşamalardan geçtiğini görebildim ve bugüne kadar çoğunlukla bitmiş eserler üzerinden yorumladığım pratiği tam olarak içinde yaşayarak bir gelişim süreciyle yorumlama ve bu nedenle sanatçıları da daha iyi anlama şansına sahip oldum. Böyle bakıldığında zaten bu kaydın da neden bir sohbet formatında, bir konuşma formatında olduğu biraz ortaya çıkmaya başlıyor. Çünkü ben de bu noktada kendi fikirlerimi sınırlamak ve biraz da aslında zihnimde olan fakat çok kurallı bir şekilde kağıda dökmek istemediğim ve içimden geldiği gibi ifade etmeye çalıştığım bir zeminde konuşmayı daha değerli buluyorum. Hakan ve Ahmet'in bu yeni sergisi aslında temelleri çok insani yerlere dayanıyor ve tarihle, coğrafyayla, geleneklerle ve algılayış biçimleri ile ilgili önemli bir takım sorgulara işaret ediyor.

Güzel olan taraflarından bir tanesi, serginin bu sorguların sonunda net bir cevaba çıkmaya çalışmaması. Fakat sorguların kendisinin gerçekten zihni bulandıran, silecek ve yeni sorulara insanları sevk edebilecek izleyicileri deneyimleyen, veri sevk edebilecek bir yapıda olması. Bu anlamda tarihsel gerçekleri veya tarihsel gerçek olarak önümüze sunulmuş bir takım fikirleri ve yargıları yeniden yorumladıkları ve bunu dijital araçlarla yaptıkları bir süreci görebiliyoruz sergide. Bunun önemli taraflarından bir başkası da bütün bu sürecin aslında sadece kişisel fikirlerden değil, aynı zamanda bilimsel temellerden ve tarihi bir takım belgelerden yararlanılarak ortaya konması. Sergi aslında Domaniç bölgesindeki kurbağalar üzerinden şekillendirdiği bir fikre dayanıyor ve buradan ilerleyen ve şekillenen ve çeşitlenen ve aslında zihinlerinde daha önce belki yer alan ve sergi ekledikleri fikirlerle beraber büyüyen bir yapıda. Bu kurbağalar enteresan bir yapıya sahip çünkü çiftleşmek için belli bir mesafeyi kat etmeleri gerekiyor ve bu mesafeyi kat ederlerken dişiler erkekleri sırtında taşıyorlar ve o bölgeye bu şekilde ulaşıyorlar. Şimdi buna bakıldığında enteresan şeylerden bir tanesi burada bizim bugün en çok sorguladığımız şeylerden bir tanesi belki çağdaş dönemlerde ataerkil sistem ya da toplumsal cinsiyet içindeki toplumsal cinsiyet çalışmalarını yönlendiren. Eşitsizlikler, denge bozuklukları ve bu sistemin nasıl doğada işlediği üzerinden yaptığımız sorgu. Böyle bakıldığı zaman kurbağaların belki yazının bile olmadığı zamanlarda bu yolculuğu o bölgede yaptığını düşünebiliriz. Fakat daha sonrasında hem sanat eserleri üzerinden hem de daha sonrasında yazılı kaynaklarla bu kurbağaların yolculuğu ve yaptıkları eylemin sonucu biraz biraz gün ışığına çıkmaya başlıyor.




Bu da zaten bakıldığında yine işin enteresan taraflarından bir tanesi. Çünkü sanatın aslında yazıdan, edebiyattan. Bugün ara dil olarak kullandığımız, her şeyden önce ortaya çıkan formlardan biri olduğunu görüyoruz. O dönem yapılan onlar ve o tonlar üzerinde ki işlemeler, oradaki süslemeler aslında bu kurbağalar hakkında bize fazlasıyla bilgi veriyor. Hakan ve Ahmet de bugüne o kurbağaları ve o kurbağa formlarını taşıyarak bize yeni bir hikaye anlatıyorlar. Ama bu defa dijital teknolojiler üzerinden bunu yapıyorlar. Dolayısıyla aslında ortaya çıkan şey. Tam olarak bir yorumlama ve sanatsal ifade pratiği. Ve bu şekilde bakıldığında da işlerin o günden bugüne nasıl okunabileceği ve nasıl değiştirilebileceği hakkında önemli ipuçları var. Öncelikle bu onların ya da bu formların bugüne gelirken hangi aşamalardan geçtiğini görebiliriz. Dijital baskılar, üç boyutlu baskılar, üç boyutlu modelleme yöntemleri ve kille yapılan baskılar bu tarz bir yapının ortaya çıkmasında önemli etkenlerden bir tanesi. Bu ne demek aslında? Bugün günümüzdeki gerçeklik algısı ya da kurumsallık algısına büyük bir göndermesi var. Çünkü bir örnekle hemen anlatabilirim bunu. Örneğin bir galeride gördüğünüz bir sanat eserinin gerçek olup olmadığı konusundaki şüpheleriniz aslında bir noktada, gerçek bir noktada değil. Neden? Çünkü gördüğünüz sanat eseri eğer diyelim ki çok özel ve çok kırılgan bir eser ise belki de o müzede gördüğünüz şey o eserin gerçeği değil, iyi bir replikası olabilir. Bunun belli pratik nedenleri var. Bu hem o eserin zarar görmemesi hem de iyi korunabilmesi adına yapılan bir şey. Böyle baktığınızda o eserin kendisiyle sizin algınız arasında kurduğunuz bağ, eserin gerçekliği ya da kurgusal üzerinde net bir anlam ifade ediyor.

Yani o eser eğer gerçek olmasa bile siz onu gerçek olduğuna inandığınız andan itibaren gerçekliği doğru ilerliyorsunuz. Ve eğer bu çok aslına sadık bir replika ise ve siz bir takım kimyasal yöntemlerle o eserin gerçek olup olmadığını, o dönem yapılıp yapılmadığını anlayabilecek durumda değilseniz, işte o zaman aklınızdaki ideali oluşturmaya başlayan, aklınızdaki fikri oluşturmaya başlayan şeylerden bir tanesi de gerçeğe dönmüş oluyor. Dolayısı neyin kurgu neyin gerçek olduğu burada ayrılan şeylerden bir tanesi bir. Bir diğeri de oradaki eserle kurduğunuz bağın sizi bugün nereye yönlendirdiği. Bugün Hakan ve Ahmet'in yaptığı işleri, kullandıkları yöntemleri baktığım zaman gördüğüm şey aslında orada bize sanatçılar tarafından iletilen bir mesaj varsa eğer, onun arkasındaki politik, ekonomik ve anlatı sal katmanlarının varlığı. Bu kısaca şu demek aslında bir sistemin işleyebilmesi için, yani toplumsal yapının devam edebilmesi için belli önyargıların ya da belli kalıpların varlığının devam etmesi gerekiyor. Yani kısaca aslında bu bir itaat mekanizmasının varlığı demek. Buradaki işlerde ise o itaat mekanizmasının ne kadar kırılgan olduğunu, ne kadar değiştirilebileceğini ve aslında anlatılabilecek farklı hikayelerin de var olduğunu görüyoruz. Yani belki bir milli tarih okuması üzerinden bunu düşündüğümüzde daha iyi anlayabiliriz. Yani bir ulusun kendi iyiliğini, kendi düzenini devam ettirmek için anlattığı şeylerde belli şeylerin, belli bölümlerin kesildiğini, değiştirildiğini düşünebiliriz. Bu aynı zamanda toplumsal ilişkiler için de geçerli. Fakat bireysel anlatılar çeşitli indikçe ve kurgu saflıkla aralarında paralellikler kurup, oldukça geçmişle paralellikler kurup oldukça yeni düşünce biçimleri de ortaya çıkabilmekte, başlıyor. Bu da aslında toplum içindeki özgürleştirici ve dengeleyici unsur gibi gözüküyor bana.

Özellikle toplumsal cinsiyet çalışmalarında son dönemde sıklıkla değinilen şeylerden bir tanesi de tarihin yazılırken bu atanmış cinsiyet kavramlarının nasıl ifade edildiği Aslında zaten bugün zorunlu ilişkileri oluşturan şeylerden bir tanesi de bu temelde gerçekleşiyor. Öyleyse anlatının yönünü ve anlatının içeriğini biraz okumakta fayda var. Bugün baktığımızda özellikle onların söylediği şeylerden bir tanesi, yani sergi içinde bir mezar taşı üzerinden bizim gözümüzde çok daha net canlanıyor. Burada tarihte farklı insanların bugün LGBTİ üzerinde kavramsallaştırma sığmış. Fakat geçmiş dönemlerde, hatta antik çağlarda bilinen ve toplum içinde entegre şekilde yaşayabilen insanların nasıl özellikle ölüm sonrasında kategorize edildiğini ve bunun yine toplumun gidişatı için hangi kurallarda algılandığını gösteren bir yapı var karşımızda. Daha önceki mezar taşlarını incelediklerinde Hakan ve Ahmet'in çıktığı sonuç örneğin iki erkeğin birbiriyle çok yakın. Olmasına rağmen mezarlarının öldükten sonra ayrılması üzerinden şekillenen toplum yapısı. O halde buradaki ilişkinin yönü hala zorunlu olmaya devam ediyor ve biz aslında o insanlar yaşarken seçerek, birbirlerini seçerek kurdukları özgür ve demokratik ilişkinin sonrasında çevre tarafından veya toplum tarafından kendi standartlarını uydurmak zorunda bırakıldığını görüyoruz. Zaten aslında korkunç olan şey de, yani şiddetin kendisini doğuran şey de tam olarak burada başlıyor. Bu aynı zamanda o şiddetin ister istemez aktarılması ve belli gerçekliklerin de üzerinin kapatılması demek. Sergide buna benzer aslında çok fazla. Sembol var. Zaten biraz önce söylediğim şey de bunu destekler nitelikte. Çünkü kurbanlardan başlayan ve tamamen doğal süreç içinde, yani doğal yaşamın kendi içinde kurguladığı bir yapıdan hareket eden ve bugünün kurmaca toplumlarında yok edilmeye çalışılan ya da yok edilen ve bunun tamamen toplumun iyiliği için yapıldığı düşünülen bir sisteme geçişin de hataların uyumsuzlukları, neler olduğuda göz önüne çok rahat çıkıyor.




İşte burada Hakan ve Ahmet'in sergiye neden rest dediğine biraz gelmek istiyorum. Ressam tarafından yazılan bir kitap ve bu kitap aslında tarih boyunca belirli insanların ölüm sonrası hikayelerini anlatan, cesetlerine ne olduğunu araştıran bir çalışmanın sonucunda ortaya çıkmış. Elbette, tabii ki resmin piyes, yani huzur içinde yat Hayat ın içinden gelen bir kelimenin bir kelime oyunuyla, yani parçalar içinde yat şeklinde değiştirilmiş versiyonu bu kitabın başlığını oluşturuyor ve aynı zamanda biraz önce bahsettiğim, ayrılan, birbirinden uzağa gömülen aşıkların, sevgililerin, insanların veya birbirinden uzakta yaşamak zorunda kalan, kendilerini baskılamak zorunda kalan, toplum içinde hep geri plana atılmak ve yok sayılmak zorunda kalan tüm insanların hikayelerinin aslında bir sonunu gösteren ya da sonlarından birini gösteren bir çalışma olarak karşımızda. Hakan'ın ve Ahmet'in kitabı bu süreç üzerinden ele alması ve sergiyi bu şekilde yerleştirmesi de bence aslında konuda o soruları verip net olarak cevapları kendilerinin vermediği fakat cevapları izleyiciye bıraktıkları o açık alanın da habercisi niteliğinde. Elbette buradan da bir anonimlik sorgusuna geliyoruz. Çünkü anonimlik aslında görünmeyen, arka plana atılan insanların tamamının paylaştığı bir kader. Ama aynı zamanda toplumun içindeki belli yapıları değiştirebilmek adına da önemli bir kamuflaj. Bu şu demek aslında bir tarafta bir yapı olarak kendini somutlaştıran ve kendi devamını sağlamaya çalışan sistematik kurallar bütünü var ve o kurallar bütünü içinde çoğu zaman gözümüzün önünde belli figürler ya da belli normlar var ve o normlar ya da figürler üzerine oluşan otorite bizim üstümüze çökmüş durumda.

Ama anonim olduğunuz zaman ki ironik bir şekilde aslında bütün bu yapının, yani o sistemi tanımlayan yapının içindeki küçük çarkların da her biri anonim dir. Fakat anlamsız bir biçimde tam olarak neye hizmet ettiklerini bilmedikleri bir biçimde ve belli ön kabuller etrafında o sistemin devamını sağlamaya çalışırlar. Ama öteki taraftan aynı anonimlik, küçük gruplar üzerinden ya da çevreler oluşturulan çevreler üzerinden o fikirlerin dönüştürüldüğü mesine de yardımcı olur. Çünkü anonim bir toplulukta hedef aslında, yani sisteme karşı olan hedef belirli olmayacağı için nereye kaldırılacağı, nerenin işgal edileceği de aslında belirsizdir. Bu, belli sistemleri dönüştürebilmek adına kullanılan doğru ve demokratik bir yöntem haline de gelebilir. İşte bu yüzden tarihsel bir takım kalıntılar, kimliği belirsiz insanlar tarafından yapılmış objeler. Veya mezar taşları veya buluntular, kalıntılar Bunların hepsi aslında içinde ciddi bir anonimlik iması içinde. Ve bu anonimlik üzerinden aslında bir taraftan da demokratik bir okumaya zemin hazırlanmış oluyor. Çünkü izleyiciler bu parçaların her birinin kim tarafından, ne zaman, nasıl yapıldığını tam olarak bilemiyorlar. Evet, belki zamanı ve tekniği biraz daha ortaya çıkabiliyor fakat kimler tarafından yapıldığı çok net belli olmadığı için bireyler bazında o işlerin ya da eserlerin okunmasında ortaya belli önyargıların çıkması ve önyargıların fikire müdahale etmesi de engellenmiş oluyor. Böylece anonimlik bir taraftan da aslında fikrin kendisine odaklanmamızı ve ortaya çıkan şeyin içeriğinden ise bizi taşıdığı ya da taşımadığı şeyleri görmemizi sağlayan bir araç haline geliyor. Sergide mezarlar ve ölüm üzerine temellenen ve aslında anonimlik ima eden temalardan bir tanesi de Trier ile basılmış olan büyük bir lahit den oluşuyor.

Bu lahit aslında bir eş ya da çift lahitler olarak bilinen bir yapıda kurgulanmış. Ama üzerindeki belli sembollerle sanatçıların ekledikleri ile beraber aslında bir kişisel anlatının da izlerini taşıyan bir buluntu ama teknolojik ve geleceğe dönük bir buluntu gibi karşımıza çıkıyor. Ve elbette. Hakan ve Ahmet'in ilk duo sergisi ikili sergisi olarak kurguladıkları resmin aynı zamanda burada bir başka imanın da kapısını açıyor ki o da aslında bu iki insanın neredeyse aynı zihinde ve aynı bedende var oldukları iması. Bu, fiziksel olarak bedenlerinin ayrı olsa da, tıpkı birbirinden ayrılarak gömülen mezardaki insanlar gibi aslında zihinlerinin uzun süredir birlikte çalışmasıyla hem birbirlerine yakınlaşması, hem birbirlerine kenetlenmesi hem de ruhsal bağlarını ortaya koymak adına önemli ipuçlarından bir tanesi. Dolayısıyla burada bir lahitin oluşu ve tarihte böyle çiftli lahit lerin de var olması ve içini görmediğimiz halde sadece orada o çiftin var olduğunu bilmemiz üzerinden şekillenen bir bilgi yumağı bugün sanatçılar tarafından dönüştürülerek başka bir anlatının da parçası haline geliyor. Bir başka konu ise serginin teknik altyapıyı kullanarak, dijital imkanları kullanarak Blockchain teknolojisini veya dijital görselleri, hareketleri, hareket algısını kullanarak oluşturduğu deneyimin kendisi. Dijital teknolojilerin bu kadar yükseldiği henüz emekleme aşamasında olduğu dönemlerden itibaren, yani belki 40'larda, 50'lerden itibaren başlayan süreçte sanatın nasıl deneyimlediği, nasıl aktarıldığı ya da deneyimin nasıl şekillendiği de dönüşüme uğradı. Burada bugün artık internet ağlarıyla beraber dijital verinin çok hızlı işlenebilmesi, saklanabilmesi, dönüştürülebilir mesi ve örneğin bugün prompt dediğimiz yazı üzerinden görsele ya da videoya ya da sese çıkabilme gibi türler arası ya da mecralar arası, disiplinler arası, fikirler arası ya da metinler arası.

Buna her şey diyebiliriz. Formların oluşması sanat tarafında da izleyici ile sanatçı arasındaki deneyimin yönünü ve içeriğini değiştirmeye başladı. Bu sergi özelinde farklı şekilde oluşturulan dijital etkileşim modelleri, bugün bildiğimiz klasik müze anlamındaki algının da kırılması. Demek ki günümüzde müzeler gün geçtikçe daha çok dijital teknolojiler kullanarak geçmişin reprodüksiyon anlarını hem fiziksel çıktılar olarak hem de görsellik ya da deneyim olarak yaşatmaya çalışarak o fikri, o kültürü devam ettirmeye çalışıyorlar. Böyle bakıldığında Hakan ve Ahmet'in de bu ayak izlerini ilerleyerek kendi kurgularını, kendi hikayelerini, kendi geçmişlerini ve olası geleceklerini kurguladıkları bir serginin aslında çıktısı. Hatta öyle ki kalıcı lığı da bir noktada sorguluyor ve bu sorguyu da kendi seslerini, kendi görüntülerini, kendi ifadelerini dijital ortamla planlayarak izleyiciye sunabiliyorlar. Böyle bakıldığında belki geçmişte bunun bir ölümsüzlük amacı taşıdığı iddia edilebilirdi. Ama bugün dijital teknolojilerin, özellikle örneğin hologram larla yeniden yapılan sergilerin ya da konserlerin veya dijital yüz kalıpları alınmış oyuncuların başka aktörler tarafından veya yapay zeka tarafından seslendirilecek ve hareket yakalama teknolojisiyle yeniden anime edilerek işlevsel eleştirilmesi bugün baktığımızda her şeyi tümden değiştirebilecek bir teknoloji gibi gözüküyor. Dolayısıyla kendilerini de işin içine katarak bu ifadeye dijital ve fiziksel yönden sanatçı gözüyle bakabilme leri ve izleyiciye hitap edebilmeleri de bunu bu serginin alışılmışın dışında bir yönünün olduğunu ve aslında onların sözlerinin arkasındaki katmanları da gözler önüne seren faktörlerden bir tanesi haline geliyor. İşte bütün bunların toplamı da değinmek istediğim son konuya yani film meselesine doğru bizi sürüklüyor.




Bu kavram aslında belli formların tarih süresinde ilerlemeyle beraber işlevsiz bileşen bir görüntüyü yeniden sadece algıyı kolaylaştırmak veya. O eski fikri hala hatırlayan, silmek adına yeniden kullanılması üzerinden tanımlanabilecek bir kavram. Örneğin kol saatlerinin eskiden tamamen mekanik ile yapıldığı zamandan bugün dijital teknolojilerle geliştirilen versiyonları arasındaki farkta eski bir örneğini görmek mümkün. Eskiden dijital olarak yapılan bir parça olmadığı için gerçekten içerideki bütün kaldıranlar, bütün parçalar mekanik olarak işleyen şeylerdi. Bugün hala bunlar var. Fakat bir bölüm saat ise dijital ya da pilli elektrikle çalışan modellerde. Bazı kaldıranlar içeride yerleştirmiş, bazı kaldıranlar işlevsiz şekilde duruyorlar fakat saat işlemeye devam ediyor işte bu kavramların işlevselliği hala saatin oradaki alışılmış fikrini empoze eden, ima eden, gösteren bir yapıda olduğu için bir tür eski tarihten de bir örnek verilebilir buna. Örneğin mini halılar daha öncesinde gümüşten yapılan ve perçinler ile birleştirilen kupaları, daha sonrasında ticaretini yapabilmek ve yolda başka yerlere götürürken daha az fire verebilmek veya verilen sürelerden daha az zarar edebilmek için kilden, seramikten kopyalarını yapıyorlar. Ve bu yapılan kopyalar da işlevsiz olsa dahi daha önceki perçin lerin aynısının çıkıntılar halinde kopyaları replika ları var. Dolayısıyla bunlar kilden ya da seramikten kupalar olsalar da üzerlerinde böyle bir takım çıkıntılar var. Öbür tarafı ima eder şekilde. Peki bu bu sergide neden önemli? Çünkü aslında bugün gördüğümüz yapıların çoğu toplum içinde de birer amorf. Örneğin. Yani alışık olduğumuz ön yargıları bize gösteren ve önyargıları üzerine algımızı yeni şeylerde şekillendiren şeyler.

Yine saat örneğinden gidersek, bugün bir dijital saat kol saatinin üzerindeki analog kadran görüntüsü de bir tür eski amorf örneği. Çünkü aslında o işlevsiz, sadece bize onu gösteren bir yapıda. İşte tam bu noktada dijital teknolojilerin bu sergideki konumu da önem kazanıyor. Çünkü Hakan ve Ahmet'in yaptığı şeyler aslında farklı türde ifade edilebilecek bir takım şeylerin eski karşılıkları üzerinden bize sunulan bir fikirler yumağı ya da imgesi ya da bütünü haline geliyor. Ve bu nedenle aslında örneğin bir lahit de baktığımızda onun plastikten ya da plakadan ya da başka bir malzemeden yapılması ve oraya konulması hiçbir işlev ifade etmiyor. Ama biz onu gördüğümüz zaman oradaki fikre doğru odaklanmaya başlıyoruz ki o lahitin üzerinde kendilerinden ya da özel hayatlarından çok fazla detayın olması da aslında içerdeki anlam bütünlüğünün nereye gittiğini gösteren şeylerden bir tanesi. Ve tabii sanatın aslında bir pratik faydaya değil, bir anlamı ya da anlamlar bütününü ilerletmeye olan gereksinimi ya da buna özgü doğasıyla da açıklanabilir şeylerden bir tanesi. Bu nedenle Hakan ve Ahmet'in dijital kazıları olarak gördüğümüz bir yapıda ve biz de izleyici olarak hem o yapının içine biraz daha dahil olabileceğimiz hem de bunlar üzerinden zorunlu ilişkilerden uzak seçilmiş ilişkilerle demokratik, eşit, birbirimizi anlayan ve birbirimizle ilişkileri geliştiren bir zeminde bir sergi kurgusu içine dahil olma şansını yakalıyoruz. Ben de hem geçmişte onlarla beraber çalışabilme fırsatı bulduğum için hem de bu serginin hazırlık aşamasından itibaren onlarla konuşarak sergiyi ortaya çıkaran yapıyı deneyimleyip bildiğim için kendimi mutlu hissediyorum Ve onlara hem bu güzel sergi hem de bu deneyim alanı için teşekkür ederim.


Konuşmayı aşağıdaki player üzerinden dinleyebilirsiniz.

** Konuşmacının notu: Bu metni Ahmet Rüstem ve Hakan’ın dijital teknolojiler ekseninde temellenen anlatı üsluplarına yaklaşabilmek amacıyla konuşmayı yazıya çeviren bir yazılım aracılığıyla ürettim. Yazıdaki hiçbir noktalama, imlâ ve dilbilgisi hatasına müdahale etmemeyi, hepsini olduğu gibi bırakmayı tercih ettim. Bu durumun bir yanıyla teknolojinin ve yapay zekâ uygulamalarının geldiği aşamayı, diğer yanıyla ise insan ile makine arasındaki anlaşma zorluğunu; okunamayan, fakat tıpkı toplumdaki bireylerin arasında olana benzer bir ön yargılar bütünü nedeniyle ortaya çıkan anlam karmaşalarını (mésentendu) görmeye yardımcı olacağına inanıyorum. Bu karmaşayı ortaya çıkarmak ve hem sanatçıların pratiğini hem de işledikleri konuların içeriğine dair farklı konu başlıklarına yayılan bu düşünce egzersizini incelemek için metin ile konuşmayı karşılaştırmak faydalı olacaktır.

Kronolojik olarak yazıdan önceye dayanan sözlü iletişim ve aktarımın yazıya dönüşümü sürcinde, konuşmada sözünü ettiğim özgür tarih yazımı üzerindeki büyük kısıtlayıcılık ile çoğunlukla muhafazakâr görüşün egemenliğiyle ortaya çıkan sistematik yapı, bu metinde tercümenin öznesiyle ortaya çıkıyor. Ancak bu fikri daha da belirginleştirmek adına tercümeyi ses üzerinde kimi stratejik müdahaleler yaparak zorlamak, onun hassas yapısını özellikle ortaya çıkarmak istedim. Bunlar sadece kelime veya cümlelerin arasındaki boşlukları yeniden düzenleyerek yaptığım bir kurguydu; seslerin kendisine veya cümlelerin yapısına hiçbir müdahalede bulunmadım.

Bu kaydın ve ardılı olan yazının bir başka önemi de bir ara dil olan alfabenin, sesin karşısında tam da sanatçıların üzerinde durduğu şekilde bir skeumorfizm örneğine dönüşmesiydi. Ses kayıt teknolojileri yokken veya henüz gelişmemişken alfabenin bir aktarım ve arşiv aracı olarak kullanılması oldukça doğaldı. Ancak önceleri sözlü tarihin kayıt altına alınması (kimi zaman da otorite tarafından sadece kendi amacına göre manipüle edilmesi) amacına hizmet eden yazı, sonraları kendi alanını örneğin edebiyat gibi kâğıt üzerinde başlayan pratiklerle oluşturdu. Yine de özellikle eleştiri gibi yorumlama biçimlerinde yazı, sesin işlevini üstlenmeyi amaçlar. Kaydedilen ses ise yazının planlı, tıpkı bir ağacın dalları gibi ana ekseninden hızlıca dağılabilecek yönlerinden temizlenmiş ve odaklı yapısına benzemez. Buna karşılık yazı, sesin içerdiği tüm duygusal imalar ve bilinçsiz ifşalardan -şimdilik- yoksundur. Ses sentezleme teknolojilerinin gün geçtikçe gerçeğe yaklaşan sonuçlarında ise sese yine belli ifadelerin yüklenmesi söz konusu olduğu için çok daha yanıltıcı olabilecek ve yazıdan bile daha büyük bir otorite kurma ihtimali ortaya çıkar. Bu nedenle yazı, kendi yarattığı alanların (akademik, edebi vb.) dışında, sesli kültürün skeomorfik bir kopyası olarak düşünülebilir. Başlıkta geçen “yerleşik düşünceler” sözleri ise referansını Gustave Flaubert’in 19. Yüzyılın sonlarında aldığı notlardan derlenerek 1911-13 yılları arasında yayınlanan ve Türkçe’ye “Yerleşik Düşünceler Sözlüğü” (Le Dictionnaire des idées reçues) olarak çevrilen kitabından alıyor. Toplumların ön yargılar ve klişelerle olan ilişkisini kara mizahla ele alan bu kitap, günümüzde farklı mecraların birbirine dönüştürülmesi, tercüme edilmesi ya da birbirinin yerine kullanılması sırasında oluşan skeomorfik kargaşanın sinyallerini çok önceden veren eserlerden biridir. Bu nedenle “Rest in Pieces” sergisinin de nasıl okunabileceğine dair önemli bir kılavuz, hatta hâlâ doğruyu gösteren bir pusula gibidir.

Serginin hem tarih, bireysel özgürlükler, kültürel aktarım yapıları veya sanatsal ifade biçimleriyle parça-bütün ilişkisi kuran doğasına, hem de sanatçıların çalışma pratiğine yaklaşabilmek adına ses ile yazı arasındaki bu deneysel yorumlama formunu dinleyici ve okuyucularla paylaşmak, sergiye kendi adıma bu şekilde katkıda bulunmak istedim.


0 Comments

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.