Keskinlik yetmez, pas da gerek
yoksa, senden söz ederken
hep “daha çok genç” derler.1
- F. Nietszche
Her sabah aynada kendimize baktığımızda dünya bizim yaşımızdadır. Bedenimiz geçmişle gelecek arasında, belirsiz ve dönüşen bir anlar bütünü içinde tek yönde ilerlerken zihnimiz, hafızamız aracılığıyla zamanın keskin sınırlarını biraz daha siler. Aynı yüze saplanıp kalmış bir çift gözün gösterdiklerinin etkisi altında uyuşan algımız onlarla yeniden karşı karşıya geldiğinde, evren bir boyuttan diğerine geçer gibi bükülür. Kendi gözbebeklerimizin sırdan geri yansıyan karanlığından içeri baktığımızda gerçekliğimizi sınayan şey hafızanın kendiyle çelişen çoklu evrenidir. İnsan kaçınılmaz paradoksun vücut bulmuş hâli ve kimi zaman kendinin tersine dönüşebilecek kadar imkânsız bir canlıdır. Belleğimize kazılı olduğunu sandığımız hatıralar Schrödinger’in kedisinden farksız bir biçimde aynı anda hem şaşırtıcı derece sanki az önce yaşanmış gibi canlı hem de bir o kadar uzakta ve ulaşılamazdır. Bu imkânsızlık hâli işte tam da bu yüzden bir yandan rahatsız edici ama diğer yandan tıpkı parmağımıza ne zaman saplandığını bilmediğimiz ve ne kadar uğraşırsak uğraşalım çıkaramadığımız acı veren bir kıymık kadar gerçektir.
Yaşamı olasılıklı kılabilmek adına ayraçlar yaratırız. Gerçeği kurgudan, düşü hatıradan ayırmak için nefes alır ve nefes veririz. Bir sonraki ana geçmek, bedenen ve ruhen canlı olduğumuzu, varlığımızı, cismiyetimizi, henüz delirmediğimizi (veya kimi zaman tam aksine delirdiğimizi) kendimize kanıtlamak için sözlerin sınırlarını aşarız. Foucault’nun “sentaksın ardışıklığının tanımlandığı yer”2 tanımı göstergenin sözden, yaşananların ise yorumdan ayrıldığı sınırı anlatır. Kurgu gerçeği kuşatabilir ama asla onu kapsayamaz; bu olsa olsa insanın yanılgısıdır.
Yine de insan tüm görmezden gelişlerine, kaçınmalarına, kibirle keşfettiği günü kurtaran çözümlere ya da sorunların çevresinden kurnazca dolaşma çabalarına rağmen doğasındaki paradokstan kaçamaz: Nefes paslandırır, paslanma ise nefessiz bırakır. İleri ya da geri, yukarı ya da aşağı, orada ya da burada; geçmişin zihnimizde bıraktığı tüm izler bunun birer örneğidir; paslanma tıpkı gözbebeklerimize yerleşen karadelikler gibi olay ufkundaki her şeyi etkiler. Ancak kimi zaman düz kimi zaman ise kavisli, sürekli, kesintili, sığ veya derin oksidasyon süreçleri sadece birer aşınma değildir. Nefes almak gibi en temel yaşamsal faaliyet aslında bir çürümenin de tetikleyicisidir ama çürümek, paradoksal şekilde iyileşmeye, kabuğu deşmek ise kanıksanmışı, geçmişteki kendini yıkmaya, tıpkı zehri atmak için bedeni yaralamaya ve kanı akıtmaya benzer.
Paslanma geçmişin üzerini örterek bugünle arasındaki bağı yeniden düzenler; yaralar ama güçlendirir, güçlendirir ama hissizleştirir, hissizleştirir ama korur, döngü devam eder. Böylece yüzleşme anlarında çoğu zaman hafızanın en derinlerindeki şeyler yerine onların paslı yüzeylerini, dönüşmüş, solmuş, kabartılar ve çukurlarla dolu koruyucu kızılımsı katmanlarını görür, gerçekliğin bu olduğuna inanmaya başlarız. Bu yüzdendir ki ancak kendi içine bakabilenler, kendi geçmişlerini deşebilenler, soyut sığınaklarını parçalayabilecek cesareti bulan ve bu mücadeleden genellikle sarılması gereken yaralarla galip ayrılanlar kendi hikâyelerini yazabilir. Yine de bir şeyler hep eksik kalır ama paslanmak, yaşayabilmek için feda etmek zorunda olduğumuz her şeyin toplamı, bir gün sonunun geleceğini bilsek de yerçekimine direnirken aldığımız, o en insanî hasarın bedelidir.
Pas geçmişin tüm travmalarını, müdahale etmediğimiz veya etmeyi başaramadığımız şeyleri gözden uzak tutarken yavaş yavaş yayılır ve uyum sağlamanın buruk konforuyla çevresini kaplar, seslere, yüzlere, jestlere ve şeylere usulca sızar. Anılarımız bozulmaya ve çürümeye yüz tutarken o anlara referans olabilecek tüm diğer anlar da böylece zamanla katmanlar halinde yükselen pasın uzantıları altına girmeye başlayacaktır. Varlığını bile unuttuğumuzu sandığımız kasvetli bir günün nerede yaşandığı veya bize acı veren bir cümleyi kimin söylediği güneşte solan bir fotoğraf gibi silinirken bozulmanın kızıl kabuğu kendi tümsekleri ve çıktıntılarıyla onlara yeni kimlikler verir. Hafızanın parçaları zamanla başka şeylere, geçmişin soluk, şeklen bozuk suretlerine, tanımlanmayı bekleyen amorf hayaletlerine dönüşürken, kendimize yabancılaşırız. Öyle ki ister neşeye ister hüzne dair olsun yaşadıklarımızın tüm izlerini taşımamıza rağmen onlar hep bir başkasının başına gelmiş gibidir. Bu iki taraflı bir kamuflajdır adeta; hayatta kalabilmek ve kendimizi, diğerine dönüştürdüğümüz şeylerden korumak için zihnimizde pasın hüküm sürdüğü gerçeklikler yaratırız. Hislerde eşitlenirken kayıtsızlaşır, aynadaki gözleri bir başka yüzünmüş sanarız. Geriye o zamanların, insanların, seslerin, kokuların veya şeylerin yer tutucuları kalır. Bunlar, tıpkı bir balkabağı gibi oyulmuş, çürümüş ve çevresiyle bağlantıları kopartılmış anlam adalarına, metastaz yapmasın diye karantinaya alınmış kanser hücrelerine benzer. İllüzyon burada başlar; pasın yarattığı alternatif gerçekliğin hayatta kalabilmek için gereksinim duyduğumuz bir şey olduğuna inanmaya başlarız. Çünkü yaşam akıp giderken geriye bakmak için pek az zamanımız vardır. Zaman geçer, pas yayılır ve yüzeyi pasla kaplı bu gerçeklik kabukları zamanla ileri doğru adım atabilmek için ayaklarımızın altındaki bir basamak gibi katılaşır.
Eserlerinde kendi geçmişinin izlerini süren Çağrı Saray, Soluduğum Pas sergisinde yaşantısının önemli kırılma noktalarının yansımalarını bir araya getirirken, pasın içindekini koruyan ve dışındakini yanıltan kalın kabuğunu kırıyor ve altındaki hafızanın su yüzüne yeniden nasıl çıktığını sorguluyor. Yan yana getirilen eserlerin oluşturduğu ve nihayet gözler önünde, sanatçının kendisine rağmen gerçekleştirdiği bu cesur psikanaliz seansında katmanların arasına gizlenen anlarının bazılarına tanıklık eden Ankara ise serginin bireysel ve toplumsal fonu haline geliyor. Saray, babasının çalıştığı üniversiteden çocukluk anılarına, bu dönemde yaptığı fiziksel ya da düşünsel seyahatlerden, aile ilişkilerine, kendi çatışmalarına, çözümlerine ya da çözümsüzlüklerine uzanan ve yalnızca kente değil, aynı zamanda kentli olmaya da dair, bugünkü bakış açısını şekillendiren basınç noktalarını yeniden keşfediyor.
Sergi sanatçının çocukluğundan başlayarak, gençlik yıllarına uzanan, izleri farklı tekniklerde üretilen eserlerle günümüze dek sürülebilecek hafıza sorgusunu aidiyet, birey olma ya da geçmişle hesaplaşma gibi kavramlar ekseninde bir araya getiriyor. Solduğum Pas, Saray’ın gençlik yıllarındaki dışa dönük, dünyaya neredeyse kafa tutan tavrının omuzlarında yükselirken günümüzde olgun bir zihinle kendine yönelttiği eleştirel bakışının nüktedan sonucu haline geliyor. Kent, tarih, aile, birey, aidiyet, kimlik ve mimari üzerinden toplumsal pas katmanlarının ardına ulaşmayı, kızıl kabuğu tıpkı bir arkeolog gibi deşerek kendinden bile korunan gerçekliğe erişmeyi amaçlayan sanatçı, kalın duvarlarla birbirinden ayrılsa da aynı anda birlikte var olabilmeyi başaran evrenlerin arasındaki kaçış yollarını gün yüzüne çıkarıyor. Böylece Çağrı, paradoksun yanıltıcı, güvenilmez, istikrarsız doğasının kabulüyle kendi belleği aracılığıyla, kabuk tutan yaralarından, kimi zaman da özlem duyduğu mutluluk anlarından hareketle onu saran gerçekliğin tutarlılığını sarsıyor, yıkıyor ve yeniden tanımlıyor. Kendi geçmişiyle hesaplaşırken, izleyicinin de kendini bulabileceği bir toplumsal gerçekliğin sularını yeniden netleşebilmek için hayatın ironikliğiyle bulandırıyor.
Kaynaklar:
1 Friedrich
Nietzsche, Şen Bilim, (2003), Çev.
Levent Özşar, Asa Kitabevi, s.24
2
“...gördüğümüz şeyleri istediğimiz kadar anlatalım, görünen şey hiçbir zaman
söylenen şeyin içine sığmaz ve söylenmekte olan şey imgeler, eğretilemeler,
kıyaslamalar aracılığıyla istendiği kadar gösterilmeye çalışılsın, bunların
ışıklarını saçtıkları yer gözlerin gördüğü değil de, sentaksın ardışıklığının
tanımladığı yerdir.” Michel Foucault, Kelimeler ve Şeyler (2001), Çev.
Mehmet Ali Kılıçbay, İmge Yayınları, s.36
0 Comments
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.