İçkin Aşkın Olduğunda

7 Dip, sergi yerleşimi

Değişim her ne kadar sürecin doğası gereği bir ürünü olsa da onu bilincimizle algılamamız ancak bu değişim tamamlandığında mümkündür. Oluş halindeki hiçbir şey veya canlı, içinde bulunduğu halin tastamam farkındalığı içinde değildir. Belki farklılaşan şeylerin getirdiği, içini kemiren rahatsızlık ya da tekinsizlik tarafından uyarılmaktadır ama bunu adlandırmayı bir türlü başaramaz. Bilince sahip varlıklar geleceğe dair öngörülere sahip olsalar da sonucu belirleyen tüm iç ve dış faktörlerin eksiksiz şekilde hesaplanabilmesi imkânsızdır. Dolayısıyla oluş hali, yani tamamlanmayı ve dolayısıyla tanımlanmayı bekleyen değişim, bir düşüncenin potansiyelinden öteye geçemez. Oysa değişim, bu adı aldığı, bu tanıma “sığdırıldığı” andan itibaren artık geçmişi, değiştirilemez olanı, aşılanı ve geride kalanı betimlemekten başka bir işleve sahip değildir.

Bu nedenle varoluşu gereği sanat, bir yapıtta somutlandığı anda, kaçınılmaz şekilde bir çıktı, ucu kapalı bir algılar bütünü, hatta girişi, gelişmesi ve sonucu olan bir anlatı halini alır. Yapıt bize ne kadar “geçiş aşamasında olduğu” sorgulanacak bir durumu sunar. O artık bilinçli şekilde tamamlanmamış olsa bile tamamlanmıştır.[1] Bu, sanatçının kendi değişimi için de geçerlidir. Bağlamından bağımsızlaşmayan fakat onu oluşturan her şeyden özgürleşebilen yapıt, tanımsal anlamda bir tür seyirlik nesne ile kanıt objesi (exhibit) arasındaki boşluğa yerleşir. Onun artık sanatçıyla kurduğu bağ değişmiş, yapıt sanatçıyı da bir tür izleyiciye dönüştürerek yepyeni bir iletişim şekli ortaya çıkarmıştır. Bu şekilde yapıt, sanatçının gerçekliğinin çevirisi olmasının ötesine geçerek izleyici için de bu çevirinin dönüştürüleceği yepyeni bir anlam zeminine evrilir. Sanatçının ve izleyicinin dilleri birleştiğinde ise ortaya üçüncü bir çeviri, eskisinden daha flu ama yapıtın anlamını daha iyi belirleyebilecek dil-öncesi bir anlam bütünü oluşur.[2]

Oysa değişimin bu büyük ve karşı konulmaz etkisi henüz yapıta aktarılmadan sanatçının zihninde, belleğinde ve bedeninde kendisini çeşitli şekillerde gösterir. Sanatçı, içinde bulunduğu odada alışılmışın dışındaki tuhaflığı tespit etmeye çalışırken aslında her şey çoktan olup bitmiştir bile. Onu sanat yapıtını üretmeye iten şey değişim hali değil, onun farkında olamadığı, ancak aslında kendi sürecini tamamlamış değişiminin kendisidir. Öte yandan sanatçı, bu duruma çoğunlukla aşinadır ve bu nedenle zamanla kendi doğum sancılarını sezmeye başlar ve yapıtlarının kendilerini gerçekleştirmelerini bekler.[3] Bu açıdan bakıldığında zaman, aklını ve sezgilerini bir arada kullanabilen sanatçı için dönüşümün bir fonksiyonudur. Dolayısıyla sanatçının, hiçbir zaman mükemmel şekilde çalışmayan –ancak aslında mükemmel çalışmaktan kasıt da budur– paradoksal bir sanat makinesi, bu makinenin temel yakıtlarının da deneyimler ve zaman olduğunu söylemek isabetli olacaktır.

7 Dip, sergi yerleşimi

Evliyagil Dolapdere’de Beral Madra’nın küratörlüğünde açılan 7 Dip, SENA’nın 7. Kişisel sergisi olmasının yanında yaşamındaki yeni bir dönemi, tamamlanan değişimin geride bıraktıklarını ve bir sonrakinin ayak seslerini sergi mekânına taşıyor. Sanatçı yapıtlarında, ısrarlı tekrarlarla kendi okyanusuna dalan bir dalgıç gibi, bilinciyle yarattığı evreni anlamaya çalışırken, ona en aşina yabancının, bilinçdışının yapısını da keşfediyor. Belirsizliğin neredeyse bir kurala dönüştüğü günümüz toplumundaki sıkışmışlığı anlamlandırmaktansa öncelikle çevresindeki kasırgayı ehlileştirmeye odaklanıyor. Kargaşanın[4] ortasında dururken tümel bir farkındalıkla sakince, hatta neredeyse hiçbir varlık belirtisi göstermeden ve kimseden yardım almadan kendi kozasını bir kez daha örüyor, kendi kuyruğunu yiyen yılan (ouroboros[5]) gibi artık bir fazlalık, bir safra haline gelenleri bir döngüsellik içinde defalarca yiyor, hazmediyor ve dönüştürüyor. Sondan başlangıç, tükenişten çoğalma, yok oluştan yaşam çıkarıyor ve bilinç ile bilinçaltını, içsel ile dışsalı devingen bir senkronda tutuyor.

Bu dönüşümlerin şimdilik sonuncusu olan 7 Dip, onun kendini bir tür yeniden doğuş ile yok oluş arasındaki eşiğe, aynı anda hem içeride hem de dışarıda olma haline nasıl konumlandırdığı üzerine kurulu. Egonun mutlak güdümündeki transmutasyonun[6] radikalliği yerine kendine dönük bir anaçlık içinde gerçekleşen bu sağaltma biçimini tıpkı Beral Madra’nın, katalog metninde referans verdiği gibi psikanalizde de bulmak mümkün.[7] Jung’un renovatio olarak adlandırdığı bu süreç yeniden doğuşun biçimlerini sınıflandırırken dördüncü sırada yer verdiği bir tür sentezi işaret ediyor.[8] Bu durum farkındalık içindeyken kontrolü dünyevi olanda sınırlayıp, içsel süreçlerin akışını mutlak bir kabulleniş ve teslim olma haline indirgeyerek yapıtların “doğum sancılarının” da temelinde yer alıyor.

SENA, Mağara (2017) Seramik, 57 x 35 x 21 cm

Sergi bir yandan sanatçının spiritüel yönünün kişisel ve kırılgan izlerini barındırırken, diğer yandan bunu Beral Madra’nın şüpheye yer vermeyen rasyonelliği ile harmanlıyor. 7 Dip, izleyici için baştan sona veya sondan başa -veya baştan başa ya da sondan sona- okunabilecek şekilde kurgulanmış. Sergi mekânının sarmal bir merdivenle birleşen iki katına yerleştirilmiş yapıtların hiçbiri özellikle tek ve net bir anlatıma sahip değil. Tıpkı bir rüya gibi başlangıcı ve sonu belli olmayan bir zeminde ilerleyen sergi, SENA’nın ruh durumlarının canlı bir transkriptini, fikirlerinin doğum ve ölüm belgelerini, ikilemlerini, çoğalımlarını veya sadeleşimlerini, sanatçının kendi alfabesinin sembolleriyle izleyiciye sunuyor. Bu alfabe farklı coğrafyaların farklı zamanların, farklı insanların ve farklı döngülerdeki SENAların izlerini taşıyor.

Ancak serginin çıkış noktası değişimin doğal seyriyle sanatçının yüzeye çıkan bilinçaltına dayanıyor. Doğum gününü kutlamak için arkadaşlarıyla gittikleri bir yerde kendini iyi hissetmemesiyle başlayan süreç, birkaç gün neredeyse bir koma halinde uyumasıyla devam etmiş. Bu sırada geçen zamandan habersiz şekildeyken, uykusunda bir mağarada olduğunu ve oradan çıktığını görmüş. Bir tür yeniden doğuşu andıran süreç beraberinde hem fiziksel, hem zihinsel hem de ruhsal uyanışı getirmiş. Değişime direnmemeyi ve ona “teslim olmayı” da bu olayın sonunda seçmiş. Bu nedenle önceden farklı teknikler ve malzemeler kullanarak yapıtlar üreten sanatçı kendini içsel akışına bırakmış ve bu defa onlara seramiği de eklemiş. Yak bu evi, Kutsal çanak, Ben her kadınım, Kule ve Üryan gibi yapıtların tamamı onun dünyayla bağlantısının; efsanelerin, hikayelerin ve gerçeklerin oluşturduğu bir evrendeki “buluntuları” haline geliyor. Üzerlerindeki semboller ve detaylar incelendikçe artık onların geçmişe mi, şimdiki zamana mı yoksa geleceğe mi ait oldukları belirsizleşiyor. SENA bunun yanı sıra Karadelikten, Dağın rüyası ve Bunu bana yapma gibi çizimler ve desenler ile kendi döngüsel mitini kağıtta, boyada ve mürekkepte sürdürüyor. Gerçek ve hayali olanın birbiri içinde eridiği, çoğunluğu üç boyutlu yapıtlar, sergi alanının şeklini alarak kurgunun sınırlarını ortadan kaldırmayı başarıyor. Fakat 7 Dip en büyük sürprizini üst kattaki konstrüksiyonun içinde yer alan Mağara ile yapıyor. Bu bir rahmi andıran mağara biçimindeki dar koridorun ve devamındaki odanın içinde seramik bir diğer mağara halini alan yapı bunun da içinde belki sanatçının kendisini belki de kendi uyanışı üzerinden iletişim kurduğu izleyiciyi sembolize eden bir figürü barındırıyor. Serginin tıpkı sanatçının uykusundakine benzer bir karanlığa “teslim olduğu” ve sonun direncini kırarak başlangıca evrildiği bu yer, döngüselliğin flu geçiş noktası halini alıyor.

SENA, Cengaver (2019) Seramik 22 x 35 cm

Sergi; ortaya koyduğu bu neo-sürrealist estetiği tutarlı biçimde küratoryel katmanında da yansıtıyor. Beral Madra, sanatçıyla kurduğu bağı, onun iç dünyasını ve çevresiyle iletişimini büyük bir titizlikle inceleyerek serginin kavramsal zeminini ortaya çıkartmış.[9] Böylelike SENA malzemeyi, tekniği ve duyguyu şekillendirirken, Madra da anlatının matematiğine yoğunlaşmış. 7 Dip; değişimin, süreçlerin, bilincin, bilinçaltının ve döngülerin çekirdeğinde, genişleyen ve tüm bunlara nüfuz etmeyi başarmış bir evren gibi kendi akışında süren bir yapıyı, sanatçının sembolleriyle izleyiciye aktarıyor.

SENA’nın, küratörlüğünü Beral Madra’nın üstlendiği 7 Aralık 2019’da açılan sergisi 7 Dip 2 Şubat’a kadar Evliyagil Dolapdere’de görülebilir.




[1] İnteraktif veya sürece dayalı yapıtlar bu söyleme ters düşüyor gibi gözükse de burada bahsetmeye çalıştığım şey, başlangıç durumunda sanatçı ile yapıt arasında gelişen bağın sonucudur. Sanatçının yapıtını izleyiciye açtığı, dış müdahaleye “maruz” bıraktığı an, yapıt yeni bir varoluş döngüsüne girecektir. Bu döngüselliği yazının ilerideki bir bölümündeki dipnotta da değinilecek olan C. Gustav Jung’un öne sürdüğü yeniden doğuş biçimlerinden diriliş (resurrectio) ile açıklamak mümkündür.
[2] “...gerçek çeviri, iki dil arasındaki ikili bir ilişkiden değil, üçlü bir ilişkiden oluşur. Üçgenin üçüncü noktasında, orijinal metnin sözcüklerinin –yazılmadan önce– altında ne yattığı vardır. Gerçek çeviri, dil-öncesine dönüşü gerektirir. Sözcükleri harekete geçiren sezgi ve deneyime ulaşmak ve dokunmak için orijinal metindeki sözcükler okunur ve tekrar okunur.” Berger, John, (2014). Writing is an off-shoot of something deeper, The Guardian, çev: Onur Çalı.
[3] “Böylece, bir akşam uykuya dalmadan önce bilincimin onayladığı üzere o sırada içinde bulunduğum olaylarla görünürde herhangi bir ilişkisi olmadan bana gelen tuhaf bir cümleyi o denli net olarak algıladım ki tek bir sözcüğünü dahi değiştirmek olanaksızdı, ama buna karşın herhangi bir ses belirtisinden yoksundu; bana son derece ısrarcı gibi gelen bir cümle, cüretkâr şekilde ifade etmem gerekirse adeta pencereye vuran bir cümle.” Breton, André (2009). Sürrealist Manifestolar, Altıkırkbeş Yayın, çev: Yeşim Seber Kafa, Artemis Günebakanlı, Ayşe Güngör.
[4] Her ne kadar Türk Dil Kurumu’na göre kargaşa kelimesi ile kaos eşanlamlı olarak tanımlansa da burada kaostan farklı, onun gibi paradoksal sayılabilecek bir sistematik anarşinin olmadığı, planlı ve tamamen çıkar ilişkilerine dayalı, bu nedenle aslında sosyolojinin veya kozmolojinin alanına girebilecek bir şeyden söz ediyorum. Kargaşa, bu bağlamda SENA’nın yapıtlarını inceler ve çözümlerken altını özellikle çiziğim kavramlardan biri oldu.
[5] “Uroboros (ouroboros) karşıtlığın entegrasyonunun ve asimiliasyonunun dramatik sembolüdür. Uroborosun kendini yok ettiği ve kendine hayat verdiği, kendini döllediği ve kendini doğurduğu düşünüldüğü için, bu “geri besleme” süreci aynı zamanda ölümsüzlüğün sembolüdür. Tek olanı, karşıtlığın çarpışmasıyla ilerleyeni ve böylelikle şüphesiz biçimde insanın bilinçaltından gelen ilkin maddenin (prima materia) sırrını sembolize eder.” Jung, C. Gustav (1977). Mysterium Coniunctionis: An Inquiry Into The Separation And Synthesis Of Psychic Opposites In Alchemy, Princeton University Press.
[6] Bu tanımın boyutsal transmutasyon, nükleer transmutasyon, türlerin transmutasyonu, cinsel transmutasyon (cinsel süblimleşme) veya simya (chrysopoeia) gibi birçok alt başlığı vardır. Ancak bu cümlenin bağlamında transmutasyonun, cinsel enerjinin yaratıcılık ile ruhsal uyanışa dönüşmesi olan cinsel sublimleşme ve gizli bir ezoterik-mistik pratik olan simya ekseninde anlaşılmalıdır. 
[7] “Yapıtların yansıttığı genel görüntü, bilinç ve bilinçaltı dünyası arasındaki ilişkiyi keşfetme açısından belirgin biçimde Carl Jung’un ‘arketip’ estetiğine ve Sürrealizm alanındaki keşiflere uyum gösteriyor.” Madra, Beral (2019). Yeniden-Doğmak: Bilinç ve Bilinçaltı Arasında.
[8] “Özel bir nüansı olan bu sözcük, renovatio, yenilenme, hatta büyü etkisiyle düzelme fikrini de içerir. Yenilenen kişiliğin özü değişmemiş, yalnızca işlevleri, bazı kısımları iyileşmiş, güçlenmiş ve düzelmişse, yeniden doğuş, varlığın değişmediği bir yenilenme de olabilir. Nitekim, bedensel hastalıklar yeniden doğuş ritüelleriyle iyileştirilir.” Jung, C. Gustav (2005). Dört Arketip, Metis Yayınları, çev: Zehra Aksu Yılmazer.
[9]SENA; kendi kuşağının da sıkça başvurduğu neo-sürrealist imgelere de zengin bir katkıda bulunuyor. Kendisini
alışılmış günlük uygulamaların ötesine taşıyabilecek arketip estetiğine ve neo-sürrealist ortama özgün uslubu, temsil biçimleri ve deneysellikle katılıyor. Özellikle de özündeki doğallığa ve bilgiye olan bağımlılığı sayesinde desenlerinde elde ettiği başarısında tutkulu yaklaşım izleniyor.” Madra, Beral (2019). Yeniden-Doğmak: Bilinç ve Bilinçaltı Arasında.

0 Comments

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.