Hafızanın Parçalı-Bulutlu Umutları


Art Unlimited Eylül 2019 sayısında yayınlanmıştır. Fotoğraflar: Elif Kahveci

Gecenin kalabalığı dağıldıktan ve belediye işçileri küçük arabalarıyla yolları temizledikten sadece birkaç saat sonra, hiç kimsenin beklemediği bir şey oldu. Kulakları adeta sağır eden bir gürültüyle ansızın oluşan kızıl, turuncu ve sarı tonlarındaki patlamanın hemen ardından, geniş cadde üzerindeki talihsiz insanların bazıları saniyeler içinde sağa sola kaçmaya başlarken, daha talihsiz birkaçı ise acı içinde yere yığıldı. Sessizliğin yerini çığlıklar, yaşamın yerini korku ve ölüm almıştı. 19 Mart 2016 günü yaşanan terör saldırısı intihar bombacısı haricinde 4 kişinin hayatını kaybetmesine ve 36 kişinin yaralanmasına neden oldu. 

Saldırının görüntü kayıtları, gündemin değişmesinden hemen önceki o kısa süre boyunca çeşitli televizyon kanallarında ve sosyal medyada hızla paylaşıldı. Yaşamını yitirenleri acımasızca, bir anda yutan alev topunu ve bunun hemen ardından etrafa saçılan, canlılara mı yoksa nesnelere mi ait oldukları belli olmayan parçaların içinde, korunmaya çalıştıkları şeyden habersiz şekilde koşan, korku içindeki insanları defalarca ve defalarca kez farklı mecralarda izledik. Kısacık videoda, hayalleri, umutları, sevinçleri, kırgınlıkları ve pişmanlıkları olan bizim gibi insanlar, her defasında aynı trajedinin kurbanı oldular; ne kadar izlersek izleyelim, sonuç hiç değişmedi. Felaket bize uğramadığı için her seferinde kendimizi yeniden şanslı hissettik ama görüntülerin korkunçluğuna rağmen, belki de neyin gerçek neyin kurmaca olduğu algısını neredeyse tümden yitirdiğimizden, tanık olduklarımız midemizi bulandırmadı. Saldırının yarattığı endişe tıpkı patlama gibi hızla söndü, yok oldu, yerini bambaşka şeylere bıraktı. Neredeyse hepimiz, boğazımıza kadar gömüldüğümüz gündelik bilgi yığınları arasında, bütün olanları benzer bir şey yeniden yaşanana dek kırk sekiz saat geçmeden unutmuştuk bile.

Ancak Aret Gıcır o günü unutmayanlardan. O, sanat pratiğinin çekirdeğine hep bunun gibi sosyokültürel kırılma anlarını, tarihi ve gözlemi yerleştiren bir sanatçı. Önceki sergilerinde yaptığı üzre tanıklığını toplumsal bağlamın üzerine kurarak, yani numeni fenomen ile bir araya getirerek ele alıyor ve bu şekilde izleyicisiyle aynı dünyada iletişim kurmaya başlıyor[1]. İçgüdülerinin onu aidiyet, kimlik, algı, hafıza, tesadüf, gözlenme, kontrol ve süreç gibi kavramlar etrafında yönlendirmesine izin veriyor; kendi deyimiyle “havadaki şeyi yakalıyor” ve aktarıyor. Böylelikle motivasyonunu belirleyen temel unsurlardan biri olan toplumsal değişimi bir dedektif hassasiyetinde incelerken, dönüşümün izinde ilerliyor, sorguluyor ve üretiyor. Gıcır, bir sanatçı olarak kendini geri plana çekip, kurduğu görsel dil ile imgenin bağımsız şekilde var olmasına zemin hazırlıyor. Kavramsal çeşitlilik üslubuna da yansımış durumda: Soyut ile figüratifi bir arada, farklı oranlarda karıştırarak kullanıyor. Sanatçı, tam da bu şekilde, teori ile pratik arasında oluşturduğu hassas ve demokratik dengeyi koruyan tecrübeli bir arabulucuya dönüşüyor.

Gıcır’ın bu figürale yaklaşan, birçok bileşenden ve değişkenden oluşan karmaşık yapıdaki üretim sürecini “tetikleyen” şeylerden biri de İstiklal Caddesi’ndeki terör eylemi olmuş. Olayın yaşandığı yere pek de uzak olmayan atölyesine giderken genellikle ara sokakları kullansa da o gün yakınlarda bir işi olduğu için ana yolu tercih eden ve patlamanın yaşanmasından on beş dakika kadar kısa bir süre önce oradan geçerek tesadüf eseri kurtulmuş. bu durumun onda bıraktığı etki üzerine kamera görüntülerini yeniden izlemiş: “Görüntüleri açınca garip bir şey gördüm: Kan ve dehşetten çok renk bulutu gibi bir şey vardı. Kanın dışında bir sürü şey görüyorsun tabii ki. Onun üzerine bunlarla ne yapabileceğimi düşünmeye başladım. Süreci de anlatan bir şey olmasını istiyordum.”

Aret Gıcır, 6 Eylül’de Öktem Aykut’ta açılacak yeni sergisi Yaşamı Beklerken için çalışmaya yaklaşık 2 yıl önce işte bu şekilde başlamış. Önce odağında patlama imgesinin baskın olduğu bir seri üretmiş ancak aklındakileri işledikçe pratiğe dönüşen fikirler bu süreç içinde hem kendisini hem de yapıtları değiştirmiş. Sonuçta ortaya çıkan ilk tuvallerin, aktarmak istediklerini doğru şekilde yansıtmadığını düşünmüş. Bu nedenle yeni bir seriye başlamış. Soyut yanı ağır basan bu yeni işler, temelini yine aynı trajediden alsa da, tuvalin üzerinde kasveti ve durağanlığı çağırıştıracak şeyleri bilinçli olarak değiştirmiş, bunların yerine rahatlıkla tanımlanamayacak olanı, renkleri ve hareketi kullanmış. Kimi zaman patlama görüntülerindeki nesneleri, gözleri ve burunları olmadan resmettiği insanlar gibi değiştirerek işlerine yerleştirmiş, kimi zaman ise sadece sürece ve duyguya odaklanmış. Dünyevi olanın içindeki soyutu çekip çıkarırken ölümü, dehşeti ve korkuyu, imgenin posasında bırakmış. Gıcır böylelikle bu saldırının acısından kendine düşen payı, umudu filizlendirerek almış. Resmettiği oluş hallerine kendini de eklemiş, yapıtların içinde o da onlarla birlikte beklemeye ve değişmeye başlamış. İmgeleri aşan fikirleri, tıpkı Brochard’ın söylediği şekliyle ete kemiğe büründükten sonra, bir başkasının da kendi imgesini aşması umuduyla tuvalde görünür hale gelmiş[2]. “İstediğin kadar yetenekli ol, yapacağın şeyin üzerine epey kafa yorman gerekiyor, yoksa olmuyor. Neleri resmedeceğini ve neleri resmetmeyeceğini bilmen gerekiyor” diyor serginin hikayesini anlatırken; atölyesinin kütüphanesindeki sanat ve felsefe ağırlıklı kitaplar gibi yoğun bir tavırla.

Yaşamı Beklerken’de sanatçı, bu kendine özgü dünyanın içinde, bekleme eyleminin sınırlarını, Shrödinger’in talihsiz kedisi gibi, oluşun varlık ve yokluk limitleri arasında gidip gelme haline dayandırıyor. Öktem Aykut’un duvarlarına yerleştirdiği ucu açık cümlelerde umudu işaret ederken olayın gerçekliğinden de kopmayarak izleyiciyi, süreci, tıpkı bir sarkaç gibi, ileri geri okumaya yönlendiriyor. Tuvaller hislerin flu ve kaotik alanından taşarak zamanın, uzayın, algının, varlığın büküldüğü yeni bir evreni oluşturuyor. Gıcır, yapıtlar aracılığıyla, Nietzsche’nin hayvanların en ilginci olan olarak adlandırdığı, bozulmuş, kanıksamış, içgüdülerinden uzaklaşmış insanının[3] günümüz yaşam tarzının vaatlerine boğulmuş netlik alanlarını, kendi yöntemiyle, plastik uzamda usulca bozuyor ve dönüştürüyor.

https://www.youtube.com/watch?v=yLBFeoikELo 


[1] “Algılarımı basit duyumlar olarak değerlendirdiğim sürece kişiseldirler, yalnızca benimdirler. Eğer onları zeka edinimleri olarak ele alırsam, eğer algı zihnin bir teftişi ve algılanan nesne de bir fikir ise, o zaman siz ve ben aynı dünyadan söz ediyoruz demektir ve bizim iletişim kurmaya hakkımız vardır.”  Merleau-Ponty, Maurice (2017). Algının Önceliği, Alfa Yayınları, çev: Yusuf Yıldırım.

[2] “Nesne değişebildiğine göre, imgenin benim kavramıma eşit olmadığını da bilirim. Kavram, üstelik (William) Hamilton’un deyişiyle söylersek, gücül bir evrensellik kimliği de taşır. Duyumlanabilir bir biçime bürünmek zorunda olan düşünce, bir an için şu nesneymiş, şu tikel örnekmiş gibi gösterir kendini, bir bakıma dinlenip soluklanır burada, ama ne onun içine hapseder kendini ne de eriyip gider içinde; kendisini dile getiren imgeleri aşar ve daha sonraları az çok farklı başka imgelerde ete kemiğe bürünebilir.” Brochard, Victor (1943). Yanlış Üzerine Deneme, Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi

[3] “İnsan göreceli olarak, en bozuk yapılı hayvan, en hastalıklı hayvandır, içgüdülerinden en tehlikeli biçimde sapıp uzaklaşmış olan hayvan -tabii, bütün bunlarla, aynı zamanda hayvanların en ilginci-“ Nietzsche, Friedrich (2008). Deccal, İthaki Yayınları, çev: Oruç Aruoba.

0 Comments

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.