Bir Göçebe Deneysellik Alanı: Çayın Tadı

İstanbul’un Anadolu yakasındaki Haydarpaşa ve Avrupa yakasındaki Sirkeci Garları bir süre önce Koreli sanatçı topluluğu Nine Dragon Heads’in ‘Çayın Tadı’ adlı sergisine ev sahipliği yaptı. Sergi üzerine bir inceleme yapmak için serginin kapanışını beklemeyi özellikle tercih ettim. Çünkü yurtiçindeki alışılmış sergi mantığının dışında bir yapıya sahip proje bu özelliğiyle benim için önem kazandı ve bu nedenle sürecin tamamını mercek altına almayı tercih ettim. Toplamda 14 ülkeden 35 sanatçının Haydarpaşa Garı’nın 3 numaralı peronuna yayılan alana sağlı sollu dizilmiş vagonların içine yerleştirdikleri mekana özel eserler ve Sirkeci Garı’ında yapılan performanslar 14 Eylül ile 4 Ekim tarihleri arasında izleyicisiyle buluştu.

Nine Dragon Heads, kendine has bir sanatçı topluluğu. Grubun lideri aynı zamanda tutkulu bir aktivist olan Park Byoung Uk. Güney Kore'de yaptığı bir eylem sırasında aklında şekillendirdiği sanatçı kolektifi, sonrasında başta yerel düzeyde olmak üzere zamanla birçok sanatçının ilgisini çekmiş ve Nine Dragon Heads şekillenmiş. Grup kısa süre içinde, kendi içinde ürettiği birçok proje ile dünyanın farklı yerlerinde farklı sanatsal eylemler gerçekleştirmiş ve yolculuğunu halen bu bilinçle sürdürüyor. Sanatın bir yolculuk, bir göçebelik eylemi olduğunu düşünen topluluk, çoğunlukla mekanların onlar üzerinde yarattığı etkilerle eş zamanlı gelişen fikirleri işleyerek sanatsal yaratılara dönüştürüyor. Grubun üyeleri genellikle performans temelli bir yapıya sahip, bu nedenle onlar için mekanla veya süreçle kurulan duygusal bağ birincil öneme sahip. Ancak tüm sanatçılar aynı şekilde çalışmıyorlar. Kimileri tamamen deneysel şekilde mekanın veya sürecin onlar üzerinde uyandırdığı anlık hisleri kurguladıkları eserler verirken kimileri ise belli bir çalışmanın sonucuyla ortaya çıkan fikirlerin üzerine sürecin yol açtığı hisleri ekliyor. Böylece ortaya çıkan eserler hem özgün hem de çeşitli bir yapıya sahip. Süreç üzerinden kurgulanan sanat onlar için aynı zamanda deneysel bir alanı da işaret ediyor. Bu nedenle performansın yanı sıra video, heykel, yerleştirme gibi birden fazla duyuya hitap eden disiplinleri benimsemişler. Topluluğun bir önemli özelliği de ortaya çıkardıkları eserlerde çoğunlukla çevresel sorunları, doğayı ve insan ilişkilerini temel alıyor olmaları.


Park Byoung Uk Grubun yapısında bir hiyerarşik düzeni benimsememiş. Bu şekilde topluluk kendi iç dinamiklerine kavuşmuş ve sanatçılar arasında demokratik bir ortak zemin oluşmuş. Hatta her yeni proje için topluluk kendi içinde farklı görevleri farklı kişilerden oluşan alt gruplara dağıtarak, deneyselliğin ve özgünlüğün korunmasını sağlıyor. Nine Dragon Heads dışarıdan katılıma açık bir sanatçı kolektifi ve kar amacı taşımıyor. Yapısındaki deneysellik, yerellik ve evrensellik özelliklerinden dolayı, uğradıkları her durakta o coğrafyanın sanatçıları ile çalışmaya özen gösteriyorlar. Daha önce katıldıkları her etkinlikte veya eser verdikleri her farklı yerde bu kuralı uygulamışlar. Bu şekilde toplamda neredeyse 700 sanatçının farklı disiplinlerdeki eseri topluluk çatısı altında sergilenmiş.

Bundan önce 56. Venedik Bienali'nde paralel etkinlikler kapsamında ‘Bilinmeze Atlayış’ adında bir proje gerçekleştiren Nine Dragon Heads üyeleri, İstanbul'daki bu serginin hazırlıklarına da İtalya'da başlamışlar. Kültür ve coğrafyanın birlikteliğine inanan ve eserlerini bu birlikteliğin çeşitlemeleri üzerine kuran topluluk, hem uzak doğu felsefesinde hem de Türkiye'de önemli bir yere sahip olan çayı yeni projelerinde iki kültürün arasındaki köprünün ilk adımı olarak belirlemiş. Sergi üzerinde yaptıkları beyin fırtınası sırasında ortaya çıkan bu fikir topluluğun üyeleri tarafından benimsenmiş ve böylece yaklaşık 2 yıllık hazırlık süreci başlamış.


Bir süredir Nine Dragon Heads ile farklı etkinliklere katılan Denizhan Özer daha önce Venedik’te ‘Durağan Hayat’ adlı bir yerleştirme yapmış ve Suncheon’da bir performans gerçekleştirmişti. Zamanla topluluğun çekirdek kadrosuna dahil olan Özer, bu defa Magda Guruli ile İstanbul'daki serginin de eş küratörlerinden biri olarak karşımıza çıktı. Aynı zamanda sergide bir eseri de bulunuyor. Onun toplulukla beraber gerçekleştirdiği bu yeni sergi, yalnızca sanatın mekanla olan ilişkisini ve bu denkleme eklenen deneyselliği ortaya koymuyor, aynı zamanda yerel ve küresel bakış açılarından, bir şehrin, bir zamanın ve bir kültürün nasıl yorumlanabileceğini sorguluyor.

Nine Dragon Heads bu sergi için, önceleri Galata Rum Okulu, Hasköy İplik Fabrikası veya Tophane-i amire gibi içinde geçmişin izlerini taşıyan kimi alternatifler üzerinde düşünmüş ancak sonunda Haydarpaşa ve Sirkeci Garlarında karar verilmiş. Bu iki garda gerçekleşen sergi Avrupa'dan başlayan tren yolunun Sirkeci'de bitmesi ve Anadolu'ya açılan demiryolu hattının Haydarpaşa'dan başlaması nedeniyle topluluğun düşünce yapısını, sanatı bir yolculuk olarak algılayışlarını ve kültürün mekansal bağlantısını ortaya koymak amacıyla eserlere tam da arzu edilen şekilde ev sahipliği yaptı. Sirkeci Garı topluluğun performanslarını sergilediği yer olurken, farklı disiplinlerdeki eserlerden oluşan sergi Haydarpaşa Garı’ndaki bir perona yanaştırılmış toplam 24 vagonun içine kuruldu. Buna Piramid Sanat’taki bir de panel eşlik etti. Bir aya yakın süren serginin sonunda, eş küratörlerden Denizhan Özer ile bir konuşma yaparak sürecin onun gözünden değerlendirmesini öğrenmek istedim.


Özer, serginin hem kendisi hem de Nine Dragon Heads için iyi sonuçlandığını söylüyor. Toplulukla uzun süredir kurduğu organik bağın sonuçlarından biri olan serginin, büyük bir özveri ve yoğun çalışma ürünü olarak hayata geçirildiğini belirtiyor. Ancak Türkiye’nin sanatsal açıdan zor bir ülke olduğunu bir kez daha gördüklerinin de altını çiziyor. Örneğin topluluğun 56. Venedik Bienali’ne kabul edilen projesi daha önce Türkiye’de gerçekleştirilmek istenmiş ancak kabul edilmemiş. Özer bunu “Venedik Bienali’ne gitmeden önce Türkiye'de bir sergi yapmak istedik Akbank Sanat’a başvurduk. Orada Hasan Bülent Kahraman projeyi reddetti. Fakat o reddedilen projeyi Venedik kabul etti, Venedik Bienali’ne gittik. İşte Türkiye böyle bir ülke” sözleriyle anlatıyor. ‘Çayın Tadı’ sergisi için ise garlardan önce Tophane-i Amire binası kullanılmak istenmiş fakat benzer bir sorun yaşanmış: “Tophane-i Amire’yi zaten biliyordum ama sanatçılarla da gezdik, gördük, ölçüler alındı. Binaya Mimar Sinan Üniversitesi bakıyor. Biz de onlara grupla ilgili bilgiler verdik, kataloglar verdik. Grubun özgeçmişini, neler yaptığına dair detaylı bilgileri onlara sağladık ve orada bir sergi açma talebimizi ilettik. Yönetim kadrosunun çok hoşuna gitti bu fikir. Bu sırada grup üyeleri ülkelerine döndü ve ben tüm yazışmaları yapmaya devam ediyordum. Toplantılar yapıldı, projeyle ilgili elimizdeki tüm dosyaları sundum onlara. Sonunda rektör yardımcısı da projeyi kabul etti ve iş sadece rektörün imzasına kalmıştı. Her şey çok olumlu şekilde devam ediyordu ve hiçbir sorun yaşanmamıştı, mekanı kullanacağımızdan emindik. Öyle ki bir kutlama yemeği bile yaptık. Ancak rektör Yalçın Karayağız projeyi kabul etmedi.”

Zorluklarla başlayan proje nihayet garların kullanıma açılması ile kendine uygun bir yer edinmiş. Yaklaşık 5000 metrekare alana yayılan serginin kurulumu ise iyi bir planlamayı gerektirmiş. Bu boyutta bir alan İstanbul Modern’in bulunduğu antreponun yarısından biraz daha fazlaya karşılık geliyor. Mekanın süreli bir sergi için hazırlanması ve düzenlenmesi, elektrik, ses gibi teknik altyapısının hazırlanması bir hayli zor. Üstelik hemen hepsi mekansal yerleştirme şeklinde yapılmış eserlerde kullanılacak olan malzeme de serginin hazırlık aşamasında topluluğun önündeki engellerden biri olmuş. Örneğin yalnızca tek bir sanatçının eseri için gereken 1,5 ton tuzun bulunması hiç kolay olmamış. Yine bir başka eser için mekana bir piyano getirilmiş, bir başkası için neredeyse peron genişliğinde bir neon yazı yaptırılmış. Yaşanan bu zorluklara rağmen ortaya çıkan sergi onları mutlu etmiş. Ben de kamusal mekanda uzun süredir görmediğim kadar iyi ve kapsamlı bir deneysel-tematik serginin ortaya çıkarıldığına inanıyorum.


Küratör Denizhan Özer, serginin amacına ulaşması konusunu: “Bence sergi sanatçılar açısından amacına ulaştı. Çünkü Nine Dragon Heads, her sergiyi bir basamak olarak kullanıp bir sonraki noktaya ulaşmaya çalışıyor. Örneğin bundan sonraki hedefimizde Amazonlar ve Sao Paolo Bienali var; belki Documenta var. Onlarla ilgili gerekli bilgi belge toplandı ve yeni başvurularımızda bunlardan yararlanacağız. Vermek istediğimiz mesajı verebildiğimizi düşünüyorum. Bunun yanında çok iyi bir katalog çıkardık. Basında yeterince duyurulmuş oldu. Bunların hepsi topluluk için olumluydu. Ancak benim bu sergiyle ilgili kişisel olarak belirlediğim hedefe ulaşamadık. Ben genellikle hedeflerini yüksek tutan birisiyim. Belki de bu yüzden hep daha fazlasını hedefliyorum, tıpkı grubun hep bir sonraki aşamayı hedeflediği gibi ve beni heyecanlı, istekli tutan şey de bu yüksek hedefler oluyor.” şeklinde açıkladı.

Serginin açılışından kapanışına kadar geçen sürede ne düşündüğünü ne hissettiğini de merak edip sordum. Bunun temel amacı Türkiye’de, topluluğun daha önce sergi düzenlediği diğer ülkelere göre ne gibi farklılıklarla karşılaştığını, yurtiçinde oluşturduğumuz sanat ortamının yurtdışı ile ne gibi bir benzerlik düzeyinde olduğunun, onun gözünden bir değerlendirmesini almaktı. Özer serginin temelde onu mutlu ettiğni ama açılıştan sonra yaşadığı kimi sorunların ülke adına üzücü bir tablo çizdiğini anlattı. Her şeyden önce ‘Çayın Tadı’nın çok az sanatçı tarafından gezildiğini ve incelendiğini söyedi: “Mesela Akademililer Sanat Merkezi, her sergisine gittiğim, katalog yazıları yazdığım, elimden geldiğince desteklediğim bir grubun oluşturduğu bir yer olmasına rağmen oradan sergiyi gezen hiç kimse olmadı. Bu üzüntümü onlara da ilettim. Ancak Türkiye’de malesef bu işin doğası böyle, süreç hep bu şekilde yaşanıyor.”

Sergide, basında yer bulmasa da, tıpkı geçenlerde Abdülmecid Efendi Köşkü’ndeki ‘Kapı Çalana Açılır’ sergisinde yaşanana benzer saldırılar da oldu. Örneğin bir eşarp firması, atılan kimi tweetler sonrasında kendi markalarının adına benzeyen bir eser nedeniyle, eserin içeriğini öne sürerek Aslı Özok’un eseri üzerinden sergiye dava açmayı düşünmüşler. ‘Armina’nın Bahçesi’ adındaki eserde çiçek desenleri ve nü figürler yağlıboya ile resmediliyor. Özer, firma avukatlarının eserleri gördükten ve inceledikten sonra firmanın dava açmaktan vazgeçtiğini belirtiyor. Serginin uğradığı saldırılar bununla kalmamış. Bedri Baykam’ın, Denizhan Özer’in ve Serfal Kesgin’in eserleri de saldırıya uğramış, tahrip edilmiş, vagonlardaki objelerin bir kısmı sergi sırasında çalınmış. Özer, Baykam’ın eserindeki Berkin Elvan ve Deniz Gezmiş ile ilgili bilgi içeren asetat panellerin defalarca söküldüğünü de ekliyor.

Nine Dragon Heads’in 15. İstanbul Bienali’ne komşu etkinlik olarak gerçekleştirilen ‘Çayın Tadı’ sergisi, çağdaş sanatın deneysellik üzerinden ilerleyen bir yorumunu izleyicisiyle buluşturdu. Sergi oldukça güçlü eserlerden ve kendi içinde oluşturduğu tematik organik yapısından dolayı benim için de önemli bir köşe taşı olmayı başardı. Özer’in belirttiği saldırılar ve Türkiye’deki sanat ortamına karşı yaptığı eleştiri bir tartışma yaratır mı bilemiyorum ancak İKSV’nin düzenlediği 15. İstanbul Bienali’nin komşu etkinlikler programının da beklentimin çok üzerine çıkan bienalin kendisi gibi güçlü durduğu ortada.

0 Comments

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.