-Aldous Huxley
Günlük yaşamımız içinde kendimize sıkça sorduğumuz sorulara verdiğimiz kararlara göre hayatlarımızdaki yol ayrımlarında ilerleriz: nereye gitmeli? ne yapmalı? ne okumalı? ne yemeli? ne izlemeli? ve benzeri sorular genellikle günlük yaşamımızı meşgul ederken zaman akıp geçer. Ancak bunlar her birimizin ardında bıraktığı (kimi zaman istemli kimi zaman istemsiz) izleri şekillendirir ve böylece herbirimiz kişisel tarihlerimizi oluşturmaya başlarız. Yarattığımız mikro evrenler içinde, hayatlarımızın hikayesini oluşturmaya başlar ve dikkatli birer örümcek gibi ördüğümüz o ağların, kendi ekosistemlerimizin hikayelerin hem kahramanı hem de anlatıcıları oluruz. Bu tip bir bireysel yaratım elbette dünyadan yalıtılmış olamaz. Seçim yaptığımız her anda, çoğunlukla benzer bir seçim noktasında duran başka bir insan ile dolaylı veya direkt şekilde etkileşim halindeyizdir. Örneğin bir elektrik düğmesine bastığımızda yanan ampul, sürecin her aşamasında (aklımızda planladığımız andan uygulamaya geçtiğimiz ana kadar) çalışan insanların yaptıklarının sonucuna kişisel irademizin eklenmesi ile gerçekleşir. Uç uca eklenen seçimlerin sonucunda parmağımızı uzatır ve ampulü yakmak üzere düğmeye basaraız. Günlük yaşamımızdaki bu alışkanlık ile yaptığımız hareket sırasında olayların neden sonuç ilişkilerini göz ardı ederiz. Yaşama böyle bakıldığında aslında attığımız her adımın bir başkasınınkine bağlı olduğunu veya bir başkasınınkini etkilediğini fark etmemiz kaçınılmazdır. Özellikle şehir yaşamında daha belirgin olarak ortaya çıkan bu etki-tepki denklemi, esasen dünyadaki yaşamın tamamında var olan bir sistemi işaret eder. Öyleyse, insan bireysel olarak yaptığı her hareketiyle en azından bir başkasının hayatını etkileme potansiyeline sahiptir. Dolayısıyla bireylerin davranışları direkt olarak olmasa da dolayı bir biçimde toplumdaki yaşam döngüsünü, alışkanlıkları, davranış biçimlerini ve sonunda genel anlamda kültürü şekillendirmeye yol açar. Kısacası bireyin davranışı eğilimleri düşünce yapısı ve Yaşama biçimi Öncelikle toplumsal sonrasında ise küresel bir etkiye dönüşür.
O halde geçmişi anlamak, günümüzü incelemek ve geleceğe dair bir çıkarım tahminde bulunmak amacıyla bireysel ve toplumsal tarih en önemli unsuru oluşturur. Ancak tarihin nasıl inceleneceği başlı başına bir sorunsaldır çünkü tarih objektivitesi sorgulanabilir ve ne yazık ki çoğunlukla subjektif şekilde yazılan bir karaktere sahiptir. Buna karşılık tarih, insani bilimlerin, sosyoloji, psikoloji, felsefe gibi farklı dalları ile desteklenerek objektif hale gelebilmektedir.
Günlük yaşamımızda çevremizde olan biteni nasıl algıladığımız ve yakın geçmişimiz ile aramızdaki ilişki çoğunlukla gündelik kaynaklar üzerinden aldığımız bilgiye bağlıdır. Bu bilgi, yerel, ulusal ve hatta küresel medya organları tarafından bize aktarılan ve belli bir seçki sonunda önümüze sunulan bir bilgi yumağıdır. Büyük bir bilgi havuzunun içinden seçilerek derlenmiş bir alt kümedeki bilgiyi kendi kültürel birikimimiz, yaşam tarzımız, bilgi düzeyimiz ve beğenileriniz ışığında eleştirel bir süzgeçten geçirir, bize sunulanların içinden son bir seçki yaparak bilgilerin doğruluğuna veya yanlışlığına karar veririz.
Bu süreç görüldüğü üzre birçok değişkene bağlıdır ve bu nedenle anlaşılması kolay değildir. Özellikle günümüzdeki karmaşık medya ağı ve gelişen teknolojinin avantajlarıyla, bilgiye daha kolay ulaşabilme imkanı büyük bir kolaylık sağlasa da bilgi kirliliğinin oluşumunu da aynı oranda kolaylaştırmaktadır. Öyleyse objektif bilgiye nasıl ulaşılabilir? Bu sorunun cevabı bellidir. Tüm subjektifliğinden arınmış, yüzde yüz objektif bir bilgiye asla tam olarak ulaşılamaz çünkü bilgi, oluşumundan o bilgiyi kullanacak olan bireye ulaştığı ana kadar çeşitli aracılar vasıtasıyla bir noktadan diğerine taşınır ve bu taşıma süreci boyunca değişmeye açık, bir anlamda savunmasızdır. Bu bir tür kulaktan kulağa oyunudur. Günümüzün karmaşık sistemleri bilginin aktarımını kolaylaştırsada onun doğruluğunun kontrolü aynı oranda zorlaşmaktadır. Örneğin eskiden sözlü olarak anlatılan bir olay, günümüzde bir fotoğraf ile anlatılabilir, ancak fotoğraf da kadrajıyla oynandığında var olan gerçeği başka bir biçimde yansıtabilir. Içinde bulunduğu ortamı anlamaya çalışan insanın adlandırma ve kavrama sürecinin temelindeki bilgi kavramı, aktarıcısının artık anonimleşiği, dolayısıyla suistimale daha da açık hale geldiğinde, ulaştığı bireye yeni ufuklar açmak yerine tam tersine onu kısıtlayan ve kıskıvrak ele geçiren bir mekanizmaya da dönüşebilir. Bilginin doğru aktarımı bu nedenle özellikle günümüzde etik bir pamuk ipliğine bağlıdır.
Bilimsel yöntem, çoğunlukla var olan şeyleri parçalarına ayırarak içeriğini veya çalışma prensibini keşfetmek, bu yöntemle ulaştığı bilgiyi kullanarak diğer şeyleri açıklamak şeklindedir. Jean Baudrillard, bilimsel yöntemin bu karakterini öldürmekle bağlantılandırır. Ona göre kendi içinde işleyen bir sistem, bir olgu veya hayata dair herhangibir şey, bilim tarafından açıklanmak için ona kurban edilmek zorundadır. Çünkü tıpkı insan anatomisinin incelenmesine benzer şekilde, bilim de olayları ve şeyleri parçalar. Bu geri dönüşü olmayan parçalamanın sonunda onu inceler ve anlamlandırmaya çalışır.
“Zaten bütün bilimlerin, varlıklarını, kavradıklarını sandıkları nesnelerinin zamanla yok olup gitmesi gibi bir paradoks üzerine orturtmaya mahkum edildikleri ve o zaman da ölü nesnenin, bilime hiç acımadan sahip olduğu anlamı tersine çevirdiği görülmektedir (...) Burada bir fedakarlıktan (bilim asla fedakarlık yapmaz, o her zaman için öldürücü nitelikte bir şeydir) çok kendi gerçeklik ilkesini korumaya çalışan bilimin yaptığı bir fedakarlık simülasyonundan söz edilebilir.” [2]
Zamansal ölçüler de (dakikalar, saatler, günler, aylar, yıllar…) aslında bu prensibin sonuçlarına örnek olarak düşünülebilir. İnsan, doğaya karşı bir üstünlük kurma çabasında, gündüz ve gece döngüsünü çeşitli parçalara ayırarak adlandırmayı, zaman kavramını aslında öldürmesine ve değersizleştirmesine rağmen, kurmaya çalıştığı üstünlüğün bir aracı olarak kullanmıştır. Ancak bu kavram, diğer bir yanıyla tarihsel kayıt sürecinin de temel unsurudur. Dolayısıyla aslında kendi içinde, tıpkı devlet mekanizmasının çekirdeğindeki caydırıcılık isteğine benzer bir tür bağlayıcılık bulunduran kavram, ileride bilginin oluşumu ve aktarımı sırasında ortaya çıkabilecek çarpıklıklara da zemin hazırlayan faktörlerden biri olarak düşünülebilir. Yani zamanı parçalara ayırmak bir yandan tarihin sistematik sınıflandırmasına olanak sağlasa da diğer yandan bilgi kirliliğini, bilginin aktarımındaki etik zayıflık nedeniyle, dolaylı ve paradoksal bir biçimde desteklemektedir.
Fazilet Kendirci, 365 tuvalden oluşan eserine başladığında amacı bu tuvaller üzerinden 5 yıllık bir zaman dilimini bir dedektif titizliğinde belgelemekti. Tuvallerin şeklini doğa ile insan arasındaki hakimiyet savaşını aktarmak adına altıgen biçimli olarak seçmiş. Çünkü bu form, hücreden başlamak üzere doğada birçok yerde bulunabilecek en güçlü yapı şekli. Böylelikle her tuval diğerinin yanına tıpkı hücreler gibi eklenerek ortaya büyük ve yaşayan bir organizma çıkartma amacını taşıyor. Bu büyük organizma ise iki farklı yüze sahip. Bunların ilki, tuvalin boya ile kaplı olan ön yüzü. Bu yüz 365 parçanın birleşimiyle ortaya bir evren temsili çıkarıyor. Bu haliyle tıpkı insan yaşamındaki bir günün, tarihin geneli ile kıyaslandığında adeta bir zerre kadar kalışını, dünyanın evrenin tamamı içindeki konumu ile özdeşleştiriyor. Tuvalin temel sanatsal ifade araçlarından olan boya ile buluşması ile ortaya çıkan bu yüz, farklı parçalara ayrılarak farklı okumalar üzerinden incelenebilecek bir yapıya sahip olsa da toplamda ortaya çıkarttığı büyük tasvir ile izleyicisine, yaşadığı alanın fiziksel boyutunu sorgulatarak onu algı süreçlerini yeniden düşünmeye yönlendiriyor. Evrenin uzaydan çekilen görüntülerindeki renkler ve akışkanlık hissi eserin bu yüzünde kendini gösteriyor ve tıpkı akan bir su gibi tuvallerin tamamını boydan boya kaplayarak kendi yaşam düzlemini oluşturuyor. Aynı zamanda bu yüz, sanatçının daha sonraki eserlerinde kullandığı doğal ip ve çuval bezi malzemesini de üzerinde barındırarak onun doğal olana, yapaylıktan uzak durana yaptığı vurguya dayanan duruşunun izlerini üzerinde bir de bu şekilde taşıyor.
Eserin diğer yüzü yani tuvallerin arka kısımlarından oluşan yüzeyler ise tıpkı altıgenlerden oluşan bir tarla gibi fiziksel uzamda, eserin ön yüzünden bağımsız şekilde kendini var ediyor. Ancak alışılmışın dışında bir şekilde kullanılan bu yüzeyler 2007 ile 2013 yılları arasındaki ulusal gazetelerden kesilmiş parçaları, kimi zaman bir ilk sayfa manşetini, kimi zaman teknoloji sayfasındaki bir haberi, kimi zaman ise politika veya spor bölümündeki bir görseli ya da bir haberi barındırıyor. Her bir günün 24 saat oluşu ise tuvallerin çaplarının 24 santim oluşu ile ifade edilmiş. Böylece gazetenin günlük işlevi ile haber aktarımındaki görsel ve yazınsal tekniği zamansal bir sınırla çevreleniyor. Bu haliyle zaman kavramını göreceli bir boyuta taşıyan diğer önemli özellik ise 365 tuvalin bir araya gelerek oluşturduğu yıl algısıdır. Toplamda 5 senelik bir periyodu kapsayan eser, kendi içinde böylelikle bir zaman kaymasını da işaret eder. Çünkü insan yaşamındaki bir yıl, bir toplum için oldukça kısa bir süre, evrenin tamamı için ise bir toz zerresinden farksızdır. Üstelik yer alan haberleri içinde de bu zaman kayması açıkça takip edilebilir. Öyle ki, örneğin cep telefonlarının kameralı hale gelmesi, sadece birkaç sene önce ortaya çıkmış olsa da günümüzde, sanki öteden beri bu teknoloji ile yaşıyormuşuz hissine rahatlıkla kapılıyoruz. Gazetede yer alan bu habere baktığımızda, insanın oluşturduğu zaman algısını ve bu algı içerisinde yaşanılan gerçekliğin nereye ait olduğunu kavrayabiliriz. Kısacası beş duyumuz ile edindiğimiz tüm bilgiler ve yaşamın içindeki koşuşturmaca zamansal algımız üzerinde de önemli rol oynamaktadır ve eser kendi içindeki bu zaman algısı oyunu ile izleyicisini, tuvallerin bu yüzünü okurken zamansal bir şaşırtmacanın içine sokarak bu defa da başka bir sorgulamaya yöneltecektir.
Eserin bu yüzünün bir başka önemli özelliği ise medya organları ile aktarılan bilginin farklı editoryal yanlarını gözler önüne sermesidir. Sanatçı ulusal gazeteler ile hem Türkiye'de hem de dünyada yaşanan gelişmeleri farklı görüşlerdeki ve farklı haber seçkileri yapan gazeteler üzerinden belgeliyor. Dolayısıyla Kendirci, bilginin farklı insanlar ve farklı otoriteler tarafından oluşturulan diller aracılığıyla aktarım süreçlerinin nasıl farklı sonuçlar verdiğini, bilginin yukarıda bahsedilen paradoksal yapısı üzerinden hareketle eserin bu yüzünde izleyiciye sunuyor.
“Dilin resimle olan bağlantısı sonsuz bir ilişkidir. Bunun nedeni sözün yetersizliği ve görünenin karşısında kapatmaya boşuna uğraşacağı bir açığının olması değildir. Bunlar birbirlerine indirgenemez niteliktedirler: gördüğümüz şeyleri istediğimiz kadar anlatalım, görünen şey hiçbir zaman söylenen şeyin içine sığmaz ve söylenmekte olan şey imgeler, eğretilemeler, kıyaslamalar aracılığıyla istendiği kadar gösterilmeye çalışılsın, bunların ışıklarını saçtıkları yer gözlerin gördüğü değil de, sentaksın ardışıklığının tanımladığı yerdir.” [3]
365 tuval, arka yüzlerinde zihinsel bir algı sürecini sorgularken, ön yüzünde fiziksel algıyı duyular özelinde ele almaktadır. Yaşadığımız gerçeklik içinde algı süreçlerimizin duyusal temelini akılsallık ile birleştirerek, bu iki kavramın zaman düzleminde hem birbiriyle sırt sırta hem de iç içe durduğunu, dolayısıyla bu iki kavramın birbirinden ayrılmayacağını ifade eder. Böylelikle eser, tuvalin bir yüzündeki boyutsal uzam oyununun da ötesine geçerek fiziksel formunun okunuş yönünü değiştirir, onunla oynar ve üzerinde artık sanatçıyı da aşarak izleyici üzerinde deneylerini yapmaya başlar. İzleyici de böylelikle bu zihin jimnastiğinin bir parçası olur ve içine çekildiği bu eserin yönlendirmesiyle, yaşadığı hayatın gerçeklik algısını, gelecek ve geçmiş kavramlarını sorgulayabileceği bir zemine kavuşur. Bu noktada bireysellik anlamını yitirmeye başlayacak ve yerelden hareketle toplumsal varoluş sorunsalı önem kazanacaktır. İnsanın yeryüzünde yaşayan bir varlık olarak doğa ile geliştirdiği ilişki, ona üstünlük kurma çabası ve uzun dönemde yüzleşeceği kaçınılmaz yenilgisinin bilinci, zamansal, tarihsel ve mekansal boyutların kaygan, akışkan ve sonsuz yüzeyi anlaşıldığında, asıl problemin insanların kendi içlerindeki güç savaşları olduğu görülecektir. Bu da eserin bir başka yönüyle, ekolojik problemleri ve insanın giderek yok ettiği, tektipleştirdiği, yalnızca kendine indirgemeye çalıştığı canlı çeşitliliğini hedef aldığını kanıtlıyor.
“Kendini beğenmişlik bizim doğal ve başlangıçtan beri sahip olduğumuz hastalığımızdır. Bütün yaratıkların en felaketlisi ve en narini insandır, buna rağmen bir de gururlusudur. Kendini burada dünyanın çamuru ve pisliği içine yerleştirilmiş, en beter duruma sokulmuş ve çakılmış, gök kubbenin en uzak katındaki bu ölü ve çürümüş yere en beter durumdaki hayvanlarla birlikte konulmuş olarak görmekte ve kendini hayalinde ay çemberinin üzerine çıkartarak, göğü ayaklanılın altına getirmektedir. İşte bu aynı hayal gücünün ihtirasıyla kendini Tanrıya eş görmektedir.” [4]
Bu nedenle eser, evrendeki tek ve akıllı canlı olduğu ön kabulüyle, benmerkezci şekilde içinde yaşadığı çevreye zulmeden, uzanıp alabildiği için tüm yer üstü ve yer altı kaynaklarının onun emrine sunulduğunu zanneden ve bu nedenle sadece gezegenin değil kendinin de sonunu hazırlayan insana başkaldırıyor. Kendirci böylelikle, karşıtlıkların ve benzerliklerin arasında kurduğu denklemi hep mesafe kavramının kritik algısına dayandırıyor. Onun sanatında tuval evreni de hücreyi de anlatabiliyor veya boya suyu da yıldız tozunu da. O, kendi yaratısının sınırları içindeki her şeyi imgelere toplayarak izleyicisine aktarabiliyor ve bunu yaparken mesafeyi kullanıyor. Zamanı, mekanı, bilgiyi, teknolojiyi, politikayı, sanatı vb. hayata dair ne varsa onu tuvallerine konu ediyor ve tuvali de dönüştürerek ona yeni boyutlar, anlam katmanları ekliyor. Kendirci’nin kişisel tarihi, bu niteliğiyle izleyicinin kişisel tarihine yakınlaşıyor, ona dokunuyor ve onu, eseri her okuyuşunda kendine hayran bırakıyor.
İstanbul, Eylül 2017
Kaynaklar
[1] A. Huxley, Algı Kapıları, İmge Kitabevi, 1995, s. 85
[2] J. Baudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon, Doğu Batı Yayınları, 2016, s. 21-22
[3] M. Foucault, Kelimeler ve Şeyler, İmge Kitabevi, 2001, s. 35-36
[4] Montaigne, Essais, kit. II, Ayırım XII, Garnier, c. II, s. 188
0 Comments
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.