a



Başlangıçlar; insan olmanın beraberinde getirdiklerinin içinde hep en zor ve en hayati olan şeylerin ortak paydasıdır. Yol bir adımla başlar, kelimeler bir harfle, sözler bir sesle, düşünceler bir duyguyla, ölüm bir yoksunlukla, aşk bir kıvılcımla başlar; sevinç bir coşkuyla. Öyle bir yerde durur ki başlayan, önünde uçsuz bucaksız olasılıklar ve ufkunda hep bilinmezin içinde seçmeye çalıştığı kerterizler vardır. Büsbütün bir kör uçuşu denilemez başlama anına, ancak uçaktan atladıktan sonra paraşütün açılacağı da kesin değildir. Başlangıç gönüllü bir risktir kısacası ve başlangıçtaki insan tıpkı kutunun içindeki, hayatta olup olmadığı kutu açılmadıkça bilinmeyecek olan kedidir. İnsan o kutu açılana kadar tıpkı bir elektron gibi, olumlu ve olumsuz tüm olasılıkları aynı anda barındırır. Sonsuz evrende, sonsuz yerde aynı anda vardır ancak hiçbirinde yoktur da bir yandan. Çünkü yolların ayrımında öylece durmaktadır insan. Yani her başlangıç paradoksun ta kendisidir. Ve her şey o ilk adımla birdenbire gerçekleşir.

O halde başlangıçlar, bir sekansın içindeki eylemleri, insanın başlangıç noktasındaki duruşu da o eylemin içindeki sekansı tanımlayabilir. Bu ilişki bize aynı anda hem kaosu hem de düzeni getiren bir üst paradoksun kapısını aralar. Öyle ki kaos kendi içinde bir düzene sahipken düzen de aynı derecede kaotiktir. Uzak Doğu felsefesinin "Yin-Yang" döngüsü ile sembolize ettiği bu olgu, aslında salt başlangıçlara ilişkin bir tanımlamanın ta kendisidir. Çünkü insan, evreni anlama gayretinde en temel yöntemini sınıflandırmaya, nedenlere ve sonuçlara, etkilere ve tepkilere, yani kısacası başlangıçlara ve bitişlere dayandırmaktadır. Bu noktaların dışındaki tüm anlar, onların ya bir öncülü ya da bir ardılı olarak anılır. Ancak tüm bitişlerin birer seçim ve aynı şekilde bir başka başlangıç olduğu düşünüldüğünde, analitik akıl kendi içinde sadeleşir. Artık bu yeni varılan düzlemde her şey bir başka başlangıç noktasıdır. Tüm anlar yeni birer doğumdur. Her defasında alınan ilk nefesin yaktığı ciğerleriyle ağlayan bir bebektir insan orada, her şeyin ve tüm zamanın ortasında. Kaosun, düzenin ve paradoksun da temeli işte bu yüzden yalnız ve yalnız başlangıçlarda aranmalı.

O zaman nereden başlamalı?

İnsan, bir diğerine halini nasıl anlatmalı? Çiçeğin kokusunu, kuşun kanatlarının altındaki rüzgarı, yağmurun ıslaklığını, güneşin tenini yakışını, suya düşen karpuz kabuğunu, ağacın suya düşen aksini, her sabah erikleri saran buğuyu… Aşkı nasıl anlatmalı?

Cazım'la tanıştığımda, yıllar önce başladığı sanatsal yaratım yolculuğunda kendini bir kez daha yaratmanın eşiğindeydi. Elini, sanatta uzanabildiği her dala atmaya çalışmış, öğrenmeye ve denemeye aç bir şekilde, aklını alışılmış düşüncelerin boğucu kodlarından kurtarmıştı. İçgüdüsel olarak açtığı o sayfa yerini düşünsel bir başlangıca bırakmıştı ve şimdi biriktirdiklerini, düşündüklerini, hissettiklerini bir araya getirmek, onları yepyeni bir şeye dönüştürmek, yepyeni bir adım atmak üzereydi. İşte bu sergi onun, bu defa kendi yaşamının anlatıcısı olarak çıktığı yoldaki ilk ve belki de en önemli adımıdır.

Peki ama nasıl başlamalı?

Belli bir temele, ve mantık yürütme sürecine dayanmayan düşünceler kendi içlerinde bir tutarlılığa sahip olmadıkları için irdelenemediklerinde ortaya çıkan boşluk nedeniyle ciddiye alınamaz. O fikirler, kötü bir mimariye sahip, estetik açıdan her parçası başka yerlerden sökülerek gelişigüzel bir araya getirilmiş, stratejik açıdan ise ilk karşıt görüşte, ilk depremde yerle bir olacak, kararsız binalara benzerler. Dışarıdan bakıldığında kimilerince sevimli bulunsalar dahi, tek özellikleri hata kavramının sözlük anlamını genişletmek olan topografik işgalcilerdir. Aynı durum hangi mecrada yaratımda bulunduğu ayrılmaksızın, sanatçı için de geçerlidir. Her ne kadar sanat dürtüsel başlasa da kendi içinde öncelikle mutlaka sağlam bir temele ve sonrasında üzerine gelecek tutarlı bir birikime ihtiyaç duyar. Sanat bu şekilde var olduktan sonra kalıcılığı tartışılabilir ancak. Cazım'ın bir yandan sanatsal yaratımına odaklanırken diğer yandan sanat kuramı üzerine akademik eğitim almayı seçmesinin ardındaki düşünce de bundan farklı değildi. Yani sanat her şeyden önce salt bir içgüdüyü izlemekle değil ama aynı zamanda sistematik bir birikimle ilerleyen teorik ve pratik altyapıyı özümsemekle başlayacaktı Cazım için. Bugün bu serginin her eserine benim de onun kadar güvenebilmemin nedenlerinden biri de budur. Çünkü biliyorum ki insan kendinin inanmadığı şeyleri bir başkasına inandırmaya ne kadar çabalarsa çabalasın başaramaz. Sanatçının kendi dünyasını izleyicisiyle paylaşırken bu samimiyeti yakalayabilmesinin tek yolu da budur. 

Kimden başlamalı?

paradoks ’a'nın bir yanı akılsal ise diğer yanı duygusaldır. Günlük hayatta çoğu zaman karşıtlık yarattığı düşünülebilen bu kavramlar oysa birbirinin içine geçebilir ve hatta birbirlerini bütünlerler. Cazım'ın eserlerindeki itici güç de zaten bu bütünlükten geliyor. Onun bu en önemli iki sergisinin ilkinde (diğeri de son sergisi olacaktır) kendi evreninin izleyiciye göstermeye çalıştığı çekirdeğinde karşımıza hep Ariella çıkıyor ve bu sergi bir bütünüyle Ariella üzerinden ilerliyor. Biz izleyiciler olarak Cazım'ın gözlerinden Ariella'yı izliyoruz. Onun başlangıç tanımında Ariella var. Bu sergi de, bu yol da yine "A" ile başlıyor, tıpkı Aile gibi, tıpkı Aşık gibi... Yani sergiyi gezerken Cazım'ın anlattığı bir hikayenin sadık ve meraklı dinleyicilerine dönüşüyoruz; kendi gözünden sevdiği kadını, kimi zaman sıradan, kimi zaman çok özel bir anında görüyoruz. Bu, gerçeğin kurmacayla karıştığı ve artık neyin gerçek olduğunu kimsenin bilemediği şekilde sanatın, insanın ve gerçekliğin sorgusunun yapıldığı bir zemin oluşturuyor. Çünkü bu eserlerle Ariella, birden fazlaya dönüşüyor. Hatta Cazım'ın gözündeki Ariella'lar bile kendi içlerinde farklılaşıyorlar bir noktadan sonra. paradoks ’a böyle bir noktada izleyiciyi, ilk başta şizofrenik olduğu bile düşünülebilecek anlam katmanlarını keşfe davet ediyor. Bu sergi, insanlık için küçük ama Cazım için büyük bir adım olduğu kadar onu keşfe çıkan izleyiciler için ise tam tersi bir durum yaratıyor. Onların henüz aralanmış bu kapıdan gördükleri, Cazım'ın keşfedilmeyi bekleyen evreninin yalnız bir parçası. 

Serginin duygusal yanını oluşturan öğelerin biri Ariella ise bir diğeri de Cazım'ın içselleştirdiği bir çok ustadan biri olan Orhan Veli. Linol baskılarının her birinin ardında onun şiirleri var aslında. Geçmişle günümüz ve hatta kimi zaman gelecek arasında Cazım'ın kurduğu bu bağ, onun atölyesinin duvarlarında yankılanan heyecanları, hisleri ve fikirleri, eserlere dönüştürürken ona hep ilham vermiş. Özellikle son dönemde IMOGA Gravür Akademisi’nde ürettiği linol baskıların ortaya çıkış sürecinde Orhan Veli etkisi daha yoğun şekilde hissediliyor. Ancak yine de dönüp dolaşıp Ariella'ya çıkan eserlerin tamamı, şiir dizelerinin onda açtığı ufukla yepyeni bir hayata kavuşuyor. Cazım'la Orhan Veli'nin aslında büyük bir ortak paydası var. İkisi de her bahar biraz daha aşık, ikisi de korkmuyor güneşle gelecek ölümden, ikisinin de derdi başka...

paradoks ’a bütün bu karşıtlıkların uç uca eklenebildiği ve beklenmedik şekilde bir bütünlük yaratabildiği için ortaya çıktı. Cazım'ın başlangıç anındaki düşüncelerden yalnızca birinin yansıması oldu. Ve şimdi işte o ilk adımın atıldığına şahit oluyoruz. Ancak geriye yine de bir soru kalıyor. Eğer sanatçı kendi evreninin her şeye gücü yeten tanrısıysa, kendi kaldıramayacağı büyüklükte bir taş yaratabilir mi?

Bu Cazım'ın hayatı boyunca çözmeye uğraşacağı, iyi ki uğraşacağı en temel paradoks olacak. Yani paradoks’a, yani "a" ile başlayan ve tekrar "a" ile başlayan, yani yol ayrımını terkediş anı, yani hem olan hem olmayan aynı zamanda, bir döngüye giriyor böylelikle. Başladığı yerde biterken, bittiği yerde başlıyor.

0 Comments

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.