Sanat Peşinde Yarım Asır: Devrim Erbil

Tophane-i Amire sergi salonunda 8 Ekim’de açılan Devrim Erbil’in Akademide 50 Yılı sergisi hakkında sanatçı Devrim Erbil’le sergi mekanında bir röportaj gerçekleştirdik.

SEE- Sinan Eren Erk
DE- Devrim Erbil


SEE- Sanata olan ilginiz nasıl başladı?

DE- Benim çocukluk yıllarim Balıkesir’de geçti. Orada doğmadım ama Balıkesir’e geldik. Babam ufak bir memurdu. Ben 3-4 yaşlarındaydım. Bunun anlamı şu ki, ilkokul, ortaokul, lise hep Balıkesir’de okudum. Çok değişik yerlerde oturduk, en son oturduğumuz romanlarda anlatıldığı gibi yuvarlak pencereleri olan içinde badem ağaçları, kayısılar, vişneler bulunan bir yerdi. Babam Devlet Demiryolları’nda memurdu ama doğayı çok severdi. O işinden gelir gelmez bahçeye giderdi. Değişik zamanlardı. Hayvanlarla doğayla iç içeydik. Annem ise özverili bir insandı; sanatsal yeteneklerimin ondan geldiğini zannediyorum. Benim tüm sanat çalışmalarımda en büyük desteğim oldu. Ancak bundan 72-73 sene önce, ilkokula başladığım yıllarda sanatla ilgili pek bir müze, sergi, sanat içgüdümü destekleyecek bir şeyim yoktu ama kitaplar ulaşıyordu . Ben şiire merak sardım ve içimdeki duyarlılığın karşılığını belki o şiir kitaplarında buldum. Onları okudum müthiş etkilendim ve şiirler yazmaya başladım öyküler yazmaya başladım. İlkokullar arasındaki yarışmalara hep edebiyat dalında girdim. Resim o dönem aklımdan hiç geçmiyordu. Sonra ortaokula gelince hocalarım benim yeteneğimi keşfettiler klasik deyimiyle ve o zaman kendimde resim yapabilme güçleri oldğunu hissetim ve coşkuyla o alana yöneldim. Bu lisede de devam etti; öyküler yazıyordum. Bir yandan da resimler ortaya çıkmaya başlamıştı. Ta ki lisede, öğretmenlerim Sırrı Özbay ve İrfan Yılmaz daha önce Ahmet Uzeyli, beni sanata yönlendirdi. Hem resim edebiyat spor derken ben kendimi sergiler açarken buldum. İlk sergimi lise son sınıfta açtım. Okul müdürümüz bir yaz dönüşünde benim resimlerimi görünce hemen bir sergi açtı. Sonrasında kararlı olarak akademiye geldim. O zamanlarda bir çok yere girme şansım vardı, yani diploma notuyla birçok yere girebilirdim ama ben sınavına girdim kazandım ve akademiye girdim. Bu konuda bir hedefim de vardı o da Bedri Rahmi atölyesine girmek. Akademide hala geçerli bir yöntem olan hocasını seçme yöntemi vardır. Ben daha galeride Halil Dikmen’in öğrencisiylen Bedri Rahmi’ye giderdim çalışmalarımı gösterirdim. Nitekim atölye seçme zamanı gelince ikinci sene, doğrudan doğruya hiç tereddüt etmeden Bedri Rahmi atölyesine gittim. O benim hayatımda yeni bir süreç oldu. Ondan sonraki serüvenim sanatla hayatımı kazanmakla, hem hayat için hem sanat için büyük bir mücadele vermekle geçti. Öğrencilik yıllarımda Bedri Hoca’nın atölyesinde, o zaman salı pazarındaydı, mozaikler dizdik, Brüksel’deki 1958 Dünya Fuarı için. Gecenin üçlerine kadar çalışır ertesi sabah yine okula zamanında gelirdim. Disiplinli bir insanım, çalışmayı seviyorum, zaten çalışmaktan başka hiçbir şey de beni kurtarmazdı. Hatta babam akademiye giderken neden bu çocuk akademiye gidiyor derdi. Küçümsemek gibi olmasın ama insanların ufku o zamanlar öyleydi Türkiye’de. Ancak bir resim öğretmeni olur başka ne olabilir ki diye düşünüyorlardı ama Türkiye’de birçok şey değişti. Dünyada sanatın geldiği yer, çağdaşlık, o ülkenin onuru, insana kazandırdığı değerler, bütün bunları anlatmakla geçti ömrüm. Öğrencilerime anlattım, konferanslarımda anlattım ve kendim bir örnek oldum. Benim bir bakıma kimliğimde, sanatı yürekten seven, delice tutkunu olan, sanat eğitimi yapan bütün gençlere bir selamdır, onlara bir umuttur benim hayatım. Çünkü insan bir şeyi çok severse, gönülden severse, yüreğinde severse, ona göre her şeyi feda ederse, yer yer kişisel durumlara göre ikinci üçünü plana geçebilir ama sanat bir kimsenin hayatında daima ön plandaysa, ilişkileri davranışları yaşam biçimi, aşkları, tutkuları, her şeyi sanat etrafında dönüyorsa bence o zaman oradan güzel bir hikaye çıkar. Şimdi Balıkesir’de bir Devrim Erbil Çağdaş Sanatlar Müzesi var. Türkiye’nin her yerinden öğrencilerim var. Onlar sanat için mücadele ediyorlar. Sanatçı örgütlerinin başında bulundum, müze müdürlüğü yaptım, bütün bunlar sanata adanmış bir ömrün meyvalarıdır. Bu sergi de bu alanda nasıl tutkuyla çalıştığımın bir örneğidir.


SEE- Eğitim gördüğünüz dönemlerde Paris önemli bir merkez ama siz İspanya’yı tercih ediyorsunuz. Bunun nedeni tam olarak nedir?

DE- Bunun birkaç nedeni var aslında. Birincisi Paris’e gidip gelenlerin hep aynı tavrı taşıdıklarını gözlemliyordum. Paris, bildiğiniz gibi yirminci yüzyılın başında dünyanın sanat merkeziydi. Büyük akımlar orada doğuyordu, Picasso oradaydı, Miro oradaydı, herkes oradaydı ve büyük bir sanat ağıyla örülmüştü bütün kent. Sanatçıyım diyen, sanatın bohem tavrını da benimseyen herkes soluğu Paris’te alıyordu. O insanlar bohem hayatın hem eğlencelerini hem de acılarını bir arada yaşadılar. Mondigliani buna bir örnektir. Zengin varlıklı bir İtalyan, üstelik genç ve heyecanlı. Geliyor Paris’e ama içki uyuşturucu bohem hayatı bir araya gelince hazin bir son yaşıyor. Ama XX. yüzyılın başından itibaren Paris’in sanatsal merkeziyeti başka yerlere kaydı. Paris hala o dönemi anlamak için çok ilginç bir yer ama merkez artık başka yerlere kaymış durumda. New York, Madrid, Köln, şimdilerde Berlin, önem kazanmış durumda. Fakat o yıllarda benim İspanya’yı tercih sebebim aynı kaynaktan su içmemekti. Çünkü ister istemez sanatınızda bunun etkileri oluyor. İspanya’ya gittiğim için çok iyi etmişim ama Fransa’ya da gitsem resimlerim değişmeyecekti. Gidip geldim sadece bir zenginleşme oldu. Daha çoşkulu daha şiirsel bir hale geldi tablolarım. Goya’yı Velasquez’i görmek bende büyük etkiler bıraktı. Aynı zamanda İspanya’nın önemli özellikleri var. Örneğin Prado dünyada ilk defa müze olarak kullanılan bir saraydı. Bugün o müzede sadece İspanyol sanatının örneklerini değil, aynı zamanda Rönesans’ın Leonardo’nun Rafael’in, aklınıza önemli kim gelirse onların çok önemli eserleri var. O yüzden İspanya, doğası gereği, tarihsel gelişimi gereği sanatı soluyan bir ülkeydi.


SEE- Siz Anadolu medeniyetlerinden çok etkilenmiş durumdasınız. Aslında o coğrafyadaki toprağın içindeki tüm medeniyetlerle ilgileniyorsunuz. İspanya’da Endülüs’ten de bu şekilde bir etkilenme yaşadınız mı?

DE- Gayet tabii. Toprağın dışına mimarisiyle sanatıyla fışkıran bir deneyimdi, etkilenmemek mümkün değildi. Ancak Anadolu’ya girince toprağın üstü altı çok fark etmiyor. Hiçbir coğrafyayla karşılaştırılmayacak derecede özel bir konuma sahip bir coğrafya. Dünyanın başka hiçbir yerinde bir kazı yapıldığında her katmanı ayrı kültüre ait yedi katman çıkmıyor. Çatalhöyük, Göbeklitepe, Truva, neresine nerede bakarsanız bakın, bu toprağın altı bütün kültürlere kaynaklık etmiş durumda. Benim bir inancım var, genler nasıl ki kuşaktan kuşağa geçebiliyor, anne babanın gözü kaşı davranışı hastalıkları çocuklarına da geçebiliyorsa, kültürel birikimin de genlerle geçtiğine inanıyorum. Bunu bir biyoloji profesörüne sorduğumda bilimin bunu ispatlamak üzere olduğunu öğrendim. Dolayısıyla bu topraklardan gelip geçen kültürlerin bizimle bir bağlantısı var. Bu toprağın insanı yaratıcıdır, çalışkandır, başka ülkelere göre çok daha fazla özel değerlere sahiptir yeter ki iyi yönetilsin, hakça bir düzende yönetilsin. Yeter ki bu değerleri önem kazansın. Sanat yeteri kadar umursanmıyorsa, eğitim bağnaz bir eğilime yönlendiriliyorsa, düşünce özgürlüğü, yaratıcılık gibi değerler önemsenmiyorsa, bu ülkeye de bu insanlara da yazık olur.


SEE- Akademide eğitmenlik yaptığınız yıllarda hep gençlerle çalıştınız. Bunun üzerinizde ne gibi etkileri oldu?

DE- Bu durum insana bir heyecan veriyor bir coşku veriyor. Gençlerin yeteneklerini değerlendirip onları on adım öteye göndermeye itiyor insanı. Diğer yandan çok hassas bir nokta. Başta söylediğim gibi akademide bugün hala devam eden sanat eğitiminde resim bölümünde öğrenci hangi atölyeyi isterse oraya gider yani hocasını seçer. Eskiden buna arkadaşlıklar dostluklar etkili olabilirdi ama zaman içinde dünya görüşünün, sanata bakışının farklılaşmaları ortaya çıktı ve o yüzden öğrenciler kendilerine yakın hocaları seçtiler. İnanarak bu atölyelere geldiler. Düşünün ki karşınızda size inanan bir öğrenci grubu var ve onlar siz ne derseniz, size inandıkları için sözlerinize de inanıyorlar. Onlara ne zaman övgü ne zaman yergi getireceğinizi, eleştirinizin dozunu ayarlamak zorundasınız. Hocam Bedri Rahmi derdi ki, “Sağ eliniz çok ustalaştıysa sol elinizle yapmaya başlayın.” Çünkü, kimi zaman bir hüner bir ustalık haline gelir ve düşünmeden yapılan iş onun niteliğini azaltabilir. Yaratıcılığa da düşünerek ulaşılır. Bu yüzden sağ eliniz ustalaştığında sol elinize geçmek sizi düşünerek kimsenin bilmediği görmediği yerlere ulaştırabilir.


SEE- Birçok insan sizi tablolarınızla tanıyor belki ama sizin bu sergide halılarınız ve pleksi üzerine işleriniz var. Bu çeşitliliği sağlamak Devrim Erbil sanatının neresindedir?

DE- Benim gelişmemde katkısı olanlara her zaman saygı duydum. Mesela bunda Bedri Rahmi’nin payı olduğu kadar Efkan Yılmaz’ın da payı var. Bedri Rahmi her zaman halk sanatlarına Anadolu’ya büyük bir ilgi gösterirdi hatta büyük resmi, mozaik çalışmasını ben onunla öğrendim. Büyük resim başka bir şeydir mesela Van Gogh’un 100 metrekarelik bir resmi olsa ne kadar muhteşem bir şey olurdu. Büyük resim sadece bir odada yaşamaz, halkın içinde yaşar. Birisi alıp bu tabloyu evine astığı zaman, tablonun karşılaşacağı kişi sadece o mekana giren insanların sayısıyla sınırlıdır. Oysa dışarıda açık bir yerde herkesin önünden geçtiği bir yerde olan bir büyük pano her gün yüz binlerce defa etkiler insanları. Mozaik ve seramik yaptım, büyük panolar yaptım, bunlar halkla her zaman karşılaşsın diye. Özgün baskı sanatına yöneldim çünkü sizin bir eserinize sahip olamayanlar sizin imzaladığınız, emek verdiğiniz özgün baskınızı alabilirler. Ama belli sayıda çoğaltılmış baskı teknikleri gravür, serigrafi, litografi yapmadım. Böylelikle sizin bir eseriniz bir evde insanlara tebessüm ediyor, onlar esere bakınca mutlu oluyorlar herhalde çünkü ben insanların mutlu olmasını çok önemsiyorum. Benim eserim üzerine on saniye durup içinde nefes alıp yaşamı daha heyecanla kucakladığı an ben kendimi amacıma ulaşmış sayıyorum. Bu nedenle özgün baskı bir yerde paylaşımın artması birçok kişiyle düşüncelerimi heyecanlarımı yaratıcı hislerimi paylaşmak gibi bir durum ortaya çıkarıyor. Tablolara ulaşamayanlar ulaştığı için daha bir anlamlı oluyor ve bir bakıma sanatın demokratikleşmesi olarak görüyorum bunu. Paylaşımın geniş kitlelere ulaşması bir demokratikleşme adımıdır bana göre. Pleksiglas çok çağdaş bir malzeme. Onları delerek, yırtarak, yanyana getirerek, üstüste koyarak, çok yeni etkiler yarattığımın farkındayım. Yerli basında yeteri kadar yer almadı ama dış basında benim pleksilerle yaptığım işlerimin felsefesi uzun uzun anlatıldı. Mesela Canvas dergisi kapak yaptı resimleri ve bunları uzun uzun anlattı. Eserlerin anafikrinde ışık, hareket ve süreç her an bir resmi yeni bir boyuta götürebileceği düşüncesi var. Siz hareket ettiğinizde, ışık değiştiğinde ve bu da belli bir süreç aldığında, siz her an yenilenen, kendini tazeleyen, kendini yaratan farklı görüntüler elde edebilirsiniz. Bu da benim resmimin genişleme boyutlarını gösterir. 3 yıl önce Contemporary’de bir resmimin içinde insanları gezdirdim ve çok ilgi çekti. Hala yankıları geliyor bana. Şimdi de Hezarfen’in gözüyle Galata Kulesi’nden atlayıp uçan bir gözün İstanbul’u yorumlamasıyla ilgili davranışı sergileyecek bir eseri hazırlıyorum. Halılar ise Orta Asya’dan gelen Anadolu kültürünün muhteşem örnekleridir. Halı Türklerin insanlığa armağan ettiği bir tekniktir. Bugün batı sanatçıları el dokumaları, halılar, resimli kilimler yapıyorlar. Türk sanatçısı bunu niye yapmasın? Bu yüzden biz akademinin eğitim sistemi içerisine halıyı koyduk. İstedik ki sanatçılar nasıl gravür, nasıl fresk, vitray öğreniyorlarsa halıyı da öğrensinler. Yine burada kendimi örnek olsun diye veriyorum ancak Özdemir Altan’ın ve Zekai Ormancı’nın da büyük katkıları vardır bunun gelişmesinde. Genç sanatçılar çıksın ve halıyı yaygınlaştırsınlar istedik. Bugün halıcılık ölmek üzere Türkiye’de. Çin, Afganistan, Özbekistan gibi ülkelerde dokunan halılar var. Mesela Çin’de Hereke adıyla halılar dokunuyor. Buna karşın sanat eğitimi içinde halıyı almak, Anadolu’dan ve Orta Asya’dan gelen bir tekniğin dünyaya tanıtılmasını neden bir Türk sanatçı yapmasın? Bugün hala Anadolu’nun birçok köşesinde halı dokuyanlar var. Balıkesir’de benim bir halı atölyem var. Uşak’ta Emet’te Çanakkale’de birçok farklı yerde halı dokutuyorum. Şimdi büyük bir halıcı Mustafa Çınar Bey’le birlikte bir ipek halı projemiz var ki bunu ilk defa size söylüyorum. Yirmibeş tane Devrim Erbil resmi birbuçık metre civarında ipek halı olacak ve bunu yüz kişi dokuyor şu anda. Bunlar dünyanın her yerinde sergilenecek ve yaşayacak. Ben sanatçının 19. yüzyılda olduğu gibi kendi odasına kapanıp bir bohem havası içinde dünyayla ilgisi olmayan eserikleşen, coşan, kendi içinde aşklar yaşayan, bir insan değil yaşamın içinde olan bir insan olduğuna inanıyorum. Bunun için Türk sanatçısına düşen büyük bir görev var o da sadece tual karşısında heyecanlarını anlatması değil, toplumsal sorumluluğunu yerine getirerek sanatı yaygınlaştırması, ki ben buna “Anadolu aydınlanması" diyorum, kentiyle, kasabasıyla bağlantısını kesmemesi, oraya bir şey götürmesi gerekir. Ben bunu anlatmaya çalışıyorum öğrencilerime de. Sanatçı rahat çalışabileceği bir atölyesi olsun, boyasını alabilsin, dünyayla bağlantısını kurabilsin, seyahat edebilsin, fuarlara gidebilsin ister. Bunlar büyük isteklerdi zamanında ama bugün artık bunlar ulaşılır şeyler. Sanatçı bunları yapmalı ve eser vermeli ancak yalnız olduğunu da zannetmemeli, toplum içinde olduğunu unutmamalı. Türk sanatçının bir Batılı sanatçıdan daha büyük bir sorumluluğu olduğunu bilmesi gerekir çünkü bu bir kültür savaşıdır; ekonomide, toplumsal yaşamda, gayri safi milli gelirde ve benzer şeylerde ama herkes kendi kulvarında koşuyor. Artık tüm bunlar ulusal sınırların ötesinde evrensel düzeyde. Evrenselliğin temelinde de sanat var. Bütün insanlar sizi duyuyorlar biliyorlar, bugün bu şans var. O nedenle sanatçılar dünyada yalnız olmak yerine kaynaşarak kendilerini tanıtmayı ve bütün dünyaya açılmayı hedef almalılardır.


SEE- Şuan Türkiye’de günümüz sanatında Mavi Grup gibi Soyutçu Yediler gibi bir akım sizce var mı ya da olabilmesi için uygun bir zemin var mı?

DE- Bu ilginç bir soru, teşekkür ederim sorduğunuz için. Sanatın dönemleri vardır, mesela Mavi Grup bütün dünyada kabul edilmiş bir akımdı; yani bir dayanışma, aynı görüşü paylaşma haliydi. Kübistler bir görüş etrafında toplanıyorlar, Fovistler de öyle. Belki Soyutçu Yedilerin de kurulmasında da öyle şeyler düşünülmüş olabilir çünkü akademiyi bitiren genç insanlar, beraber sergi açmak, beraber sanat yolculuğuna çıkmak, beraber sanat mücadelesini vermek için bir dayanışma içine giriyorlar. Zaten isimlerden de anlayacağınız gibi Adnan Çoker, Sarkis, Tülay Tura gibi arkadaşların hepsi belli bir yerdeler. Bir tek rahmetli Altan’ın (Gürman) yolculuğu kısa oldu. Yarın için birşey yapabileceğine inanan insanların, İstanbul’dan çıkan, İstanbul’un mavisini hisseden bir grup olarak toplanmaları ve uluslararası piyasaya atılmalarının başlangıcıydı. Çok fazla da ömrü olmadı. Bugün olmaz mı o gruplar? Bugün de olabilir ama bugün belki artık ortak eğilimlerin değil kişisel eğilimlerin öne çıktığı bir dönem. O zaman akımlar önemliydi, artık bugün kişiler önemli. O nedenle bugün pek akımlara dayanan, ortak bir görüşü paylaşan insanlar değil, daha ben merkezli, daha kişisel yaratıcılığa yönelik bir tablo göstermek gerekli. Bu yüzden belki akımlar, birleşmeler, ortak heyecanı taşımalar biraz geride kaldı.


SEE- O halde özgünlük artık akımlar şeklinde değil daha bireysel bir hale geldi. Peki özgünlük hala günümüz sanatçısı için mümkün mü?

DE- Hala mümkün tabii; Türkiye için hala da geçerli çünkü ülkemizde her şey otumuş, düzene girmiş, sanat kurumları oluşmuş, sanat değerlendiriliyor falan değil. Öncelikle Türkiye’de sanatın mücadelesini vermek gerekli. Anadolu’da güzel sanatlar liseleri var fakülteler var ama bunlar sadece katı bir eğitimin sınırları içinde kalmak yerine orada sanatın yaygınlaştırılması ve sevdirilmesi için bir heyecan yaratmak için mutlaka bir araya gelebilirler. Aynı okuldan olmak aynı kent kökenli olmak aynı heyecanı paylaşmak birleştirici unsurlar. Daha büyük daha evrensel projeler için daha büyük gruplar dünyanın her yerinde bir dayanışmaya girmeleri için sanatçıların tek tek veya çoğul olarak dayanışması her zaman heyecan vericidir.


SEE- Contemporary İstanbul’da daha önce işleriniz sergilendi, bu tip organizasyonlarda yer aldınız. Türkiye’de bu konudaki sanat fuarları ve etkinlikler hakkında ne düşünüyorsunuz?

DE- O günlerde ben çok güzel duygulara kapılıyorum. Beş günde yetmişbin kişi geliyor izlemeye. Contemporary’nin açılışında ve diğer günlerde omuz omuza oluyor herkes. Bunu batıda bazı müzelerde gördüm. Mesela bir Picasso’nun yüzüncü yıl sergisinde kırkbeş dakika soğukta dışarıda beklediğimi biliyorum. Bunlar sanat için güzel olaylar, bu kalabalıklar. Genç koleksiyonerler, genç sanatçıların yetişmesi için önemli. Müzelerin açılması önemli ve bunların artması için ilgi gerekli. O yüzden bu tip organizasyonları, sanatın bir yerde toplandığı ve sanatın solunduğu ortamlar olarak görüyorum. Bundan da çok memnun oluyorum. Bunlar ne kadar artarsa o kadar iyidir. Diğer bakacak olursak yandan Venedik Bienali veya Art Basel artık oturmuş organizasyonlar. İstanbul’da da bunun gibi İstanbul Bienali ve benzeri çalışmalar yavaş yavaş bu tip organizasyonların oturacağını gösteriyor. Türkiye’de sanat açısından şöyle bir sorun görüyorum; sanat artık klişeleşmeye başlıyor. Bu Belçika’da mı yapıldı Fransa’da mı Rusya’da mı? Bu artık karışıyor. Daha yerel kültürlerin devreye girmesiyle çok daha farklı şeyler ortaya çıkabilir, ortak kalıpları kullanıp her ağza sakız olmuş lafları söylemek yerine, yeni şeyler söylemek gerekli. Yunus Emre’nin dediği gibi: “Bir söz söylemek gerek / Melekler dahi bilmez ola”. Sanatta yaratıcılığın güzel bir tanımı bu. Yerel kültürlerden yararlanmak için de Anadolu çok güzel bir ortam sağlıyor. Bu ortamdan çıkan sesler, ezgiler, dizeler, renkler, bir yerde gelecek için diğer ülke kültürlerinden daha farklı, yeni boyutlar kazanabilir. Ben bir sanatçı olarak kendi sanatımda, kültürlerin ürettiği sanat eserlerinin Türkiye, Çin, Meksika, Fransa değil ama her ne kadar bir uygarlığın ürünleriyseler de yalnız o ülkeye ait olmadıklarını savunuyorum. Onlar artık bütün insanlığın kültür mirasıdır. Bugün baktığınızda IŞİD Suriye’de 2000 yıllık bir tarihi eseri yok ediyor. Veya Afganistan’da 70 metre büyüklüğünde bir heykeli yok ediyorlar. Irak’taki savaşta tüm müzelerdeki eserler sokakta. Bu bir daha yerine getirlemeyecek bir durum. O ülkenin ve insanlık tarihinin belleği ortadan kalkıyor. Bu nedenle geçmişe, kültürlere ve insana saygısı olan birey, bütün bunlardan bir acı duyar, bunların olmaması için bir çaba gösterir. O nedenle sanatı anlatmak, sevdirmek, yaygınlaştırmak, kurumsallaştırmak genç sanatçıların ödevidir. Ben kendi adıma bu görevi yüklendim ve omzumda bir yere kadar getirdim. Kapalı bir müzeyi açtım, resim heykel müzesi müdürlüğü yaptım ve günde 1600 kişi gezer hale getirdim. Sanatçı örgütlerinin başında oldum. Ülkeyi temsilen yurtdışında halen sergi açıyorum. New York’da Bombay’da Pekin’de Taiwan’da bulundum, sergi açtım, bütün dünyayı dolaşıyorum.


SEE- Bu sergide bir küratörle Beste Gürsu’yla çalışmak istediniz. Türkiye’de henüz yeteri kadar değerini bulamamış olan küratörlük kavramı hakkında ne düşünüyorsunuz? Neden küratörle çalışmak istediniz?

DE- Evet küratörlük Türkiye’de yeterli derecede anlaşılmıyor. Bu sergi büyük bir sergi oldu. Tohpane-i Amire’de tek kişi olarak bir Türk sanatçısı ilk defa sergi açıyor. Burası daha önceleri büyük sergilere ev sahipliği yaptı; Dali, Merkez Bankası koleksiyonu, İş Bankası gibi. Buranın akademiye dahil olması için dekan yardımcısıyken ilk yazıları ben yazdım. Daha önceleri askerlerin elindeydi ve atıldı. Şuanki Mimar Sinan Üniversitesi Rektörü Yalçın Karayağız benim öğrencimdir. Ona buranın daha büyük kişisel sergilere de ev sahipliği yapması gerektiğini anlattım. Akademinin yetiştirdiği isimlere açılmalıydı bu mekan. Yalçın (Karayağız) bunu çok büyük bir anlayışlılıkla karşıladı ve benim için bu sergiyi yapmayı kabul etti. Ancak ne akademinin ne de benim imkanlarım bütün bu işleri yapmaya yeterdi. Böylesi bir sergiyi planlamak da kolay bir iş değil. Grafikleri, kitapları, sergi düzeni, ışığı… Her şeyiyle tamam bir serginin artık küratör ve sponsorla olması gerektiğini düşünüyorum. Birçok sergi yapılıyordu ama bir sanatçının bu denli büyük bir sergi yapması Türkiye’de adet değildi. Ben daha önce İş Bankası kulelerinde sergi açtığımda her şeyi kendim yaptım. Resimleri taşıdık, yerleştirdik, astık, davetiyeleri hazırladık. Hatta o zaman ilginç bir şey yaptılar, gazete ilanlarıyla benim sergimi görmek isteyenlere davetler yolladılar. Şuan küratör kavramı daha yeni yeni oturuyor. Küratör olmasa ben yine bir şekilde bu sergiyi açabilirdim ama birçok şey eksik olurdu. Küratörlü çalışıldığı zaman iş, insanlar gelsin, kokteyl olsun, basında birkaç yazı çıksın, birkaç resim satılsın rutininden çıkıyor, bir toplumsal olay oluyor. Bunun da dolayısıyla çok ciddi ele alınması gerekiyor. Beste Hanım’ın tecrübeleri vardı bu konuda; çok önceden tanıdığım değerli bir arkadaşımdır. Onunla biz en son Arnavutlukta’ki sergiyi beraber hazırladık. Dışişleri kanalıyla giden sergide bana tecrübeleriyle, bilgisiyle bana çok içten bir destek verdi ve sanıyorum bundan sonra da birçok çalışmayı beraber yaparız. Bütün balkan ülkelerinde dolaşacak bir sergi projemiz var örneğin. Beste Hanım, küratör yardımcıları ve proje koordinatörleri bir sergi için gerekli oldu. Sergi artık küçük bir olay değil. Bunlar belki bundan 20 sene önce Türkiye’de akla gelebilcek şeyler değildi. Sanat alanında alınacak daha epey yolumuz var. Bugün herkes televizyon izliyor. Anatole France’ın bir sözü vardır: “İnsanları eğlendirerek eğitebilirsiniz ancak eğlendirerek alıklaştırdıklarınız da vardır.” Televizyon gibi bir aracı yalnızca eğlence, basit espriler, sıradan laflar, anlamsız evlilik programlarıyla ve bunlar gibi boş bir yığın programla insanların kafasında bir rüzgar estirip götürmek yerine hayatı daha derinden kavramak için daha anlamlı programlar yapılmalı. Birgün bir sanatçıyla ilgili iki saatlik bir program yapılırsa, halk da sorular sorup sanatçıyı ve sanatı anlamaya çalışıyorsa o çaba anlamlıdır. Öteki türlü ben anlamıyorum sözünün arkasına sığınıyorlar. Bilmeden bir şey anlaşılamaz. Önce bileceksiniz sonra seveceksiniz. Bir futbol maçının bile kurallarını bilmeden seyretmek çok anlamsız. Sanatın da evrensel kuralları var. O ne yapıyor, niçin yapıyor, insana ne veriyor? Çok sıradan, bir bakıp geçilecek birşey mi yoksa insanın içine işleyen duyguyu mu derinleştiriyor? Hayatı daha anlamlı, daha yaşanır kılmak için neyi eleştiriyor, niçin eleştiriyor? Bunlar sanatın temel soruları arasındadır.


SEE- Sanat barışı getiren anahtar mıdır?

DE- Öyle olması gerekir. Sanatın temel ilkeleri, evrensel değerleri arasında, iyilik vardır, doğruluk vardır, güzellik vardır ve sanatın amacı dünyayı güzelleştirmektir. İnsanı daha anlamlı kılmaktır. Estetik bir değerdir. Bunun hiç farkında olmadan da yaşayabilirsiniz ama estetik değerleri fark ettiğinizde dünya daha güzel bir yer olur. Sadece estetik alanda değil, insanın ve toplumun ileri gitmesi açısından da sanat bütün yaratıcılıkların temelindedir.

0 Comments

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.