Yanık Tedavisi

“Bir dünya ki her şey serbest, kazanmak, tüketmek, seks yapmak, her şey serbest!”

Kara komedi veya onun daha eski ve daha keskin hali olan darağacı komedisi, görsel sanatların her alanında, baskının arttığı, şiddetin yükselişe geçtiği, öteki kavramının ve yabancılaşmanın bireyi ele geçirmeye başladığı anlarda daha da yoğun şekilde örneklerini vermiş bir kavramdır. Uçurumun kıyısında, tam da düşmek üzereyken geriye dönüp, kahkaha atmak ve hayata dil çıkarmaktır bir anlamda. Farklı sanatsal yaratımlarda farklı şekillerde vücut bulan bu kavram, tiyatro, performans, sinema, video, yerleştirme gibi görselliğin işitsellikle veya başka bir duyuyla birleştiği disiplinlerde daha da sık işlenmiş, (karikatür doğası gereği bir istisnadır.) deneyimleyenle buluşmuştur. Sinemada, Terry Jones, Stanley Kubrick, Ethan & Joel Coen, Akira Kurosawa, Martin Scorsese gibi isimler yönetmen olarak öne çıkarken, tiyatroda kara mizahı, absürd tiyatro içinde Samuel Beckett, Eugene Ionesco, Arthur Adamov, Harold Pinter gibi yazarlar ustalıkla işlemişlerdir. Modern sanat kavramı ise Dada, Fluxus, Pop Art (Neo-Dada) gibi akımlar çerçevesi içerisinde kara mizahı görsel-işitsel düzleme taşımayı başarmıştır.

İkinci Dereceden İşsizlik Yanığı, böyle bir mirasın üzerine kendi kanatlarıyla konan bir tiyatro eseri. Ali Cüneyd Kılıçoğlu’nun yazıp, Elif Erdal’ın yönettiği tek kişilik oyunda Berkay Tulumbacı oynuyor. 2014 yılında Ekin Yazın Dostları Yılın Erkek Oyuncusu ve XIV. Direklerarası Seyirci Ödülleri kapsamında genç yetenek ödüllerini bu performansıyla kazanan Tulumbacı, bir saat kırk dakika süren iki perdelik oyunda müthiş bir oyunculuk sergiliyor. Kendi adıma, kimi zaman Ferhangi Şeyler’deki uzun soluklu ve tempolu tiradların, kimi zaman Bir Delinin Hatıra Defteri’ndeki ansızın yükselen ve düşen ruh hallerinin, kimi zaman ise Ben Ruhi Bey Nasılım’daki yalnızlık monologlarının yansımalarını, oyuncunun kendi üslubuyla yorumlayabilmiş olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle, Üsküdar Tekel Sahnesi’nden ayrılırken, Berkay Tulumbacı’nın 2014’te düzenlenen 18. Afife Jale Tiyatro Ödülleri’nde neden aday olarak dahi gösterilmediğini kestirmek ise benim için oldukça güç oldu.


Oyun, üniversite eğitiminin ardından askerliğini tamamlayıp hayata atılan “standart” Türk erkeğinin, hiç hesapta olmayan bir değişkenin formüle dahil olmasıyla dağılan hikayesini anlatıyor. İsmini hiçbir zaman öğrenemediğimiz, bu şekilde de kendimizi yerine koyabilmemizi kolaylaştıran anonim kahramanımız, evine döndükten hemen sonra patlayan ekonomik ve siyasi krizin temel kurbanlarından olmuştur. Bunu anlaması, kabullenmesi ve bu gerçekle yaşaması üzerine şekillenen oyunda, karikatürize edilmiş bir dünyaya daha ilk sahneden dalan izleyici, Tulumbacı’nın her halinden oyununun gidişatını çok iyi kontrol ettiği belli olan oyunculuğuyla, kimi zaman bir olaya dahil oluveriyor, kimi zaman ise labirentin içindeki farenin peynire ulaşma çabasını izleyen bir bilimadamı gibi üçüncü göz haline geliyor.


Eski bir tütün deposundan dönüştürülerek kullanılan Üsküdar Tekel Sahnesi’nde, büyük prodüksiyonlarla kıyaslanamayacak derecede küçük bir alanda sahnelenen oyunda, seyirciye ayrılan oturma alanıyla sahne arasında önemli bir yükseklik fark yok. Bu mimari detay doğal olarak, seyircinin oyuna dahil edilebileceğinin sinyalini veriyor. Suzan Erbilgin’in tasarladığı dekor ise temelde dört parçadan oluşuyor: Tekerlekli bir büro sandalyesi, bir hastane nümeratörü, dört parçalı metal duvarlar ve fondaki projeksiyon. Seyirciye göre uzaktan yakına doğru sıralandığında, önce sahne sonundaki projeksiyon perdesi bulunuyor. İlerisinde iki parçalı metal kelebek kanatlarının ve sonrasında sahnenin kenarlarına yapışık şekilde kullanılmış simetrik paravanlar yer almakta. Bu paravanların üstünde, onlara mıknatısla iliştirilmiş, oyun sırasında tamamı kullanılan ve vurgulanan kimi aksesuarlar bulunmakta. Hastane nümeratörü ise kahramanımızın tedirgin bekleyişinde, gerçek zamanı algılatan temel faktör olarak karşımıza çıkıyor. Şimdiki zaman kavramının bu nümeratörle verildiğini, bu nedenle ne izlediğim oyunda ne de fotoğraflara bakarak gördüğüm kadarıyla önceki oyunlarda, Berkay Tulumbacı’nın kolunda saat olmayışının, bu yöndeki algıyı arttırmak üzere verilmiş bilinçli bir karar olduğunu düşünüyorum. Tekerlekli ofis sandalyesi ise özellikle ilk perdede daha yoğun olarak kullanılırken oyuncunun sahnedeki ruh hali değişimlerinde adeta bir taşıt görevi görüyor. Projeksiyon perdesi ise zaman zaman, kullanılan karikatürler ile seyircinin algısını, oyununun mizahi boyutunu hatırlatarak, kara komedinin vahşi ironikliğine yönlendiriyor. Dekorun, bu derecede minimal olması bilinçli bir kararın sonucu mu yoksa Devlet Tiyatrosu’nun ayırdığı bütçenin düşüklüğü olasılığı mı bilmiyorum ama yarattığı atmosfer kesinlikle etkileyici.

Oyunda dramatik ışık kullanımı oldukça yoğun. Bu tip bir ışık, karaktere yoğunlaşmayı sağlarken aynı zamanda izleyiciyi oyundaki standart bireye ve o bireyin ironik biçimde standart ama özel yaşamına odaklatmaya yardımcı oluyor. Tulumbacı’nın anlatıcıdan anlatılana geçişlerinde ışık değişimleri, oyuncuyla mükemmel bir senkron halinde. Özellikle ilk perdedeki hemşire tasvirinde kullanılan ve sinemada oldukça sık karşılaştığımız alttan gelen dramatik ışık, oyunun karikatürizasyon başarısını arttırmaya yardım eder nitelikte. Sahnenin asma katında, nümeratörün bulunduğu taraftaki bir sütun ardına gizlenmiş lacivert-kırmızı polis ışıkları, oyun sonuna doğru bir tür sürpriz yaratıyor. Oyunda geçmişe dair zamansal kavramın oturtulduğu, ansızın başlayıp ansızın biten, ekonomi ve siyaset haberleri içeren bölümlerdeki sanki parmaklıkların veya bir pancurun ardından gelen ışık ise, esaret, çaresizlik gibi anlamları tekrarlar halinde seyirciye işliyor. Anlatıcı ışığı özellikle beyaz seçilerek şimdiki zamanı veya geniş zamanı vurgularken, geçmişin yani anekdotların, ışığın sepya tonunda yansıtılması doğru bir anlatım destekleyicisi unsur olarak kendini gösteriyor. Yalnızca renklerin nasıl kullanıldığını bilmek bile izleyicini algısını açarak, oyunu anlamaya çok yardımcı oluyor. Oyunun ışık tasarımı Akın Yılmaz tarafından yapılmış.


Ses kullanımı da oyun genelinde oldukça iyi. Müziklerin ve ses efektlerinin giriş-çıkışlarında oyuncuyla senkronizasyonu tıpkı ışıkta olduğu gibi tam ve belli ki üzerinde iyi çalışılmış. Benzer şekilde, müziğin örneğin bir düğün canlandırılırken gerçekten yüksek ses seviyesinde kullanılması, algı yaratımında önemli rol oynuyor. Bu tip sahnelerde, sesin ve ışığın doğru kullanımı, oyun atmosferinin seyirciye daha iyi aktarımını sağlıyor.

İkinci Dereceden İşsizlik Yanığı tüm bu unsurları içinde barındırmayı başaran bir oyun. Gerçekte, bir hastanenin bekleme odasında, hemşire tarafından çağrılmadan önce geçen kısa bir zamanın hikayesinin anlatıldığı oyun, insan algısının da sınırlarının formunu zaman zaman bozarak, farklı bir tür hikaye anlatıcılığını ortaya koyuyor. Zamanla, insanlarla, dış faktörlerle ve kendisiyle baş etmeye çalışan kahramanın bütün bu yokuş aşağı, üstelik hızlanarak giden olumsuzluklara inatla gülümseyebiliyor oluşu sonucu değiştirmese de, izleyici salondan ayrılırken, artık ondan bir parçayı da içselleştiriyor. Dünyadaki en komik durum da bu değil midir zaten?

0 Comments

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.