Dünya Soğurken

*Bu metin Sümer Sayın'ın 25.11.2023 tarihinde PASAJ @ Barın Han'da açılan Dünya Soğurken adlı sergisi için yazılmıştır.


Bu dünya soğuyacak günün birinde,
Hatta bir buz yığını
Yahut ölü bir bulut gibi de değil,
Boş bir ceviz gibi yuvarlanacak
Zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.*


Beden dediğimiz yumuşak kabuğun bizi ne kadar bir arada tutabileceğini bilemeyiz. Kendimizi tanımaya başladığımızdan itibaren onunlayızdır, hepsi bu. Fakat dünya yaşlıdır ve bu iki yönlü bir basınç farkı yaratır bedenimizin üzerinde. Bedenimiz içimizi mi dışarıdan korur, yoksa dışarıyı mı içimizden? Zaman içeri sızmasın diye sıkıca kapatsak gözlerimizi, kulaklarımızı tıkasak, tutsak nefesimizi sonsuza dek; yapabilsek tüm bunları belki anlardık o zaman yerkürenin ne kadar yaşlı olduğunu ve belki o zaman eşitlerdik kulak zarlarımızı acıtan, tüm sesleri bastıran basıncı. Oysa her kentin içinde insan biraz kimsesizdir ama yalnız değil. Kalabalıkların içinde arar durur kim olduğunu çocukluğunda ve büyürken. Kimi zaman ise hiç bulamama pahasına yapar bunu: Biraz oradadır biraz burada; yollar yanıltan yansımalar ve çıkmazlarla doludur. Gözlerimizi bu soğuk dünyaya açarken, can havliyle aldığımız ilk nefesin ciğerlerimizi yakmasıyla öğrenmeye başlarız bunu.



Doğumlar, ateşi çalan Prometheus’un suçunu üstlendiğimiz tıpkı bir volkandan püskürürcesine savrulup bir sürgün gibi atıldığımız anlardır yaşamın içine. Kendi formumuzda soğumaya, kabuk tutmaya başlarız. Zamanla, umudumuz kırıldıkça kabuğumuz çatlar, neden orada olduğumuzu, buna neden devam etmek zorunda kaldığımızı ateş gibi bir öfkeyle sorgularız. Taşarız çatlaklarımızdan, eksilir ve şekilleniriz. Kimileri fazlalıklarından kurtulmak der buna, kimileri ise yaklaşmak ölüme. Kırıldıkça katılaşır, durağanlaşır, daha da eksilmekten korkarak uslu birer çocuk veya itaatkâr bir yetişkin gibi yerçekimine bırakırız kendimizi. Bazıları toprakta bir çukur bulup yerleşir içine, orada yitip gitmeyi bekler, bazıları da yükselir gökyüzüne doğru; bir basamak olur, her şeye rağmen tırmanır kendine. Gitmekle kalmak, yükselmekle düşmek arasındaki zamandır tarih; kırılmak, akmak ve soğumaktır. Sonunda insan yaşamı biterken bir elbise gibi bırakır ardında tüm kimliklerini. Üst üste, yan yana, yığılır kalanlar; bedenler, düşünceler ve kitaplar, yaşamın verimli toprağında, yeni filizleri beslemek için birikir. Bu yüzden kentler ve kültürler tüm sıkışmışlıkları, iç içe geçmişlikleri, melezlikleri, katmanları ve ihtişamlarıyla arkeolojik kalıntılara, bir bedenin zamanla birleşecek uzuvlarına benzer. Ülkeler ise bütün melezlikleriyle coğrafyanın otorite tarafından işgal edildiği siyasi haritaların öznesi, sınırların üzerlerine bir dövme gibi işlendiği dünyanın bedenleridir. Seslerin, suskunlukların, özlemlerin, hayallerin ve olasılıkların ağırlık merkezleridir. Bilinmezliğin ortasında barınmaya çalıştığımız, kimi zaman köklerimizi derinlerine uzattığımız ve diğer köklere umut ya da hüzünle dokunduğumuz yerlerdir.



Yaşadıklarımızdan öğrendiklerimizi, yüzünü görmediğimiz, kim olduklarını başka yerlerden okuyarak öğrendiğimiz birileri tarafından yazılan kalın ciltli kitaplarla veya artık gerçekliğinden emin olamayacağımız dijital kimliklerin, avatarların, bıraktığı karbon ayak izlerine gömülen referanslarla birleştirdiğimiz, bir küçük kaostur belki de. Asla düzeltilemeyecek, hiçbir tarağın şekillendiremeyeceği, uzun ve telleri zamanla birbirine dolanmış, düğümlenmiş ama yine de yaşayan bir saça benzeyen dizginlenemez bir kaos.

Ben demeye başladığımız o an, kaosun belirsizliğinin ortaya çıktığı andır. Sınırların önce eridiği ve sonra yok olduğu, güneşin altındaki her şeyin aynı zamanda bir başka şey olabileceği; açık, derin ve ürkütücü okyanusta bir yerlerde durduğumuzu fark ettiğimiz an, boğulmamak, nefes alabilmek için kendi sınırlarımızı çizmeye başlarız. “Ben” sınır demektir; düzeltme, düzenleme, kategorize ve tercüme etme çabasıdır. Doğanın tesadüfiliğini saygıyla, hatta hayranlıkla karışık bir korku içinde tanımlamaya, bir kurallar bütünü içinde açıklamaya çalışmaktır bir yönüyle. Yine de sezgisel ve kişisel olmaktan kurtulamaz “ben”; bu yüzden “öteki” kavramını yaratır ve varlığını sürdürmek için hep bu ikiliğe ihtiyaç duyar. Fakat aynı zamanda yine bu nedenle soğumaya, kırılmaya, eksilmeye yüz tutar.



Anatominin sınıflandırmaları “ben” kavramında muğlaklaşır; tıpkı zamanla katmanlaşan kentlerin arkeolojisi, dünyanın birbiri içinde eriyerek büyüyen bedenleri veya üst üste konulduğunda bir artık ağaca dönüşemeyen, mürekkeple işaretlenmiş, yazıların işgalindeki kitapların sayfaları gibi. Kentler bir virüsün ya da sonunda kendini yok edeceğinin farkında olmayan bir parazitin hırsıyla yeryüzüne yayıldıkça dünya şekillenir ve değişir. Bedenin anatomisi “benle” biterken, kentler de coğrafyayı sekteye uğratır. Kentler, benlerin disipline edilmiş, nefesleri içlerinden çekilip alınmış kaskatı bedenleridir ve artık yalnızca gücü, siyaseti, ekonomiyi, doğuma ya da ölüme indirgenmiş yaşamları, kalabalıklara dönüşen toplumları içine hapseden kabuk içinde yeni kabukları yaratır -ve hatta yok eder hepsini aynı anda. Yavaş yavaş kırılır hayaller; akar, eksiliriz. Ülkeler dağılır, kıtalar kayar, geriye içi boş kitaplar ve geçmiş zamana ait yazılar kalır. Bir ayna sandığımız izler, artık orada olmayan yolları, çoktan buharlaşan yağmurların kim bilir kaçıncı kez dönüştüğü bulutlarla ıslattığı yolları gösterir.

Sümer Sayın, Dünya Soğurken adını verdiği sergide, insan ile yerküre arasındaki bu tekinsiz ilişkiye dair ucu açık bir sorgunun kapısını, bir bölümünü sergi mekânını deneyimleyerek oraya özgü bir biçimde ürettiği, yakın dönem çalışmalarından oluşan bir seçkiyle aralıyor. Barın Han’ın tarihi mekânında hayat bulan sergi coğrafya, jeoloji ve tarih üzerinden kurduğu analojiyle, bireyin dünyayla kurduğu türlü ilişkileri, tanımlamaları, hareket, algılama ya da yorumlama biçimlerini sorguluyor. Pasaj’ın mimari yapısıyla sunduğu olasılıklara açık hacmini, ev ve merkez kavramları ekseninde dönüştüren Sayın, bilimsel verilerin temsillerine müdahale ederek oluşturduğu haritalar ve çizimlerin yanı sıra, aynalar, kitaplar ya da çeşitli hazır nesnelerin kimi zaman şanslı tesadüfler yaratan doğasını işlevselleştirerek, onları kurgusal bir evren tasvirinin içine yerleştiriyor. Nesneleri bozarak, onları yeni form ve anlamlar oluşturacak şekilde yeniden birleştirerek, sanatsal pratiğindeki döngüsellik vurgusunu bu defa yerkürenin hareketi üzerinden işliyor.



Dünya Soğurken’in dilini oluşturan nesneleri ve formları alışılmışın dışında bağlantılarla, bireysel çağrışımların şekillendirdiği bir kurgu içinde izleyiciye sunan Sayın, çoğu zaman gözümüzün önünde olan gerçekliği yalın bir dille görünür kılıyor. Perspektifi bozarak ona estetik ve kavramsal bir alternatif öneriyor, bakışın yönünü yansıtarak değiştiriyor ya da kimi zaman yazılı dile hapsolmuş kavramları akla gelmeyecek biçimlerde somutlaştırıyor. Parçaladığı ve farklı şekillerde yeniden birleştirdiği nesneleri, kimi zaman tekrarlı bir biçimde ya da bağlamlarından kopararak, kendine özgü bir okuma düzlemine yerleştiren sanatçı, kurgusallığın gerçeklik üzerindeki kimi zaman ironik kimi zaman ise absürt sonuçlarını, hareketin, optiğin, mimarinin veya coğrafyanın tanımlayıcı doğası üzerinden ele alıyor. Nesnelere işlevsel amaçlarının dışında yeni boyutlar kazandırarak veya tam tersine onları tanımlamalara hapsederek, eleştirisine konu olan güç ilişkilerini, kimliği ya da faili belirsiz otoriteyi, tanımlanamayan merkez kavramını ve hakikat sonrası (post-truth) toplumlarında sıkça rastlanan bu kavramların ekseninde türeyen ikincil, hatta üçüncül soruları tartışmaya açıyor.



Dünya Soğurken’de yer alan farklı geometrik şekillerin görüntülerine gizlenmiş döngüsel formlar ve hareketler Sayın’ın sanat pratiğinin temelindeki bir başka unsuru oluşturuyor. Sanatçı çizgisel bir düzlemi işaret eden soru-cevap, etki-tepki ya da neden-sonuç mantığının dışına çıkarak denklemin iki ucunu birbirine ekliyor ve ortaya çıkardığı döngüler üzerinden izleyiciyi kendisiyle karşı karşıya getiriyor. Böylelikle eserlerin her biri, sergilendikleri yere ve zamana göre kimi zaman Sayın’ın düşünce düzleminin bile dışında bir anlamlandırma potansiyeline kavuşuyor. Dünya Soğurken, kimi zaman birbirine atıfta bulunan eserlerle, izleyicinin Sayın’ın temel ve sosyal bilimlerle kurduğu bağların, kırılma ve yansıma anlarının izini sürmeye olanak sağlıyor.

*  Nâzım Hikmet’in, 1947-1948 yılları arasında yazdığı Yaşamaya Dair adlı şiirinin 1948’de yazılan üçüncü bölümünün ikinci bendi.


0 Comments

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.