Beden dediğimiz yumuşak
kabuğun bizi ne kadar bir arada tutabileceğini bilemeyiz. Kendimizi tanımaya
başladığımızdan itibaren onunlayızdır, hepsi bu. Fakat dünya yaşlıdır ve bu iki
yönlü bir basınç farkı yaratır bedenimizin üzerinde. Bedenimiz içimizi mi
dışarıdan korur, yoksa dışarıyı mı içimizden? Zaman içeri sızmasın diye sıkıca
kapatsak gözlerimizi, kulaklarımızı tıkasak, tutsak nefesimizi sonsuza dek;
yapabilsek tüm bunları belki anlardık o zaman yerkürenin ne kadar yaşlı
olduğunu ve belki o zaman eşitlerdik kulak zarlarımızı acıtan, tüm sesleri
bastıran basıncı. Oysa her kentin içinde insan biraz kimsesizdir ama yalnız
değil. Kalabalıkların içinde arar durur kim olduğunu çocukluğunda ve büyürken.
Kimi zaman ise hiç bulamama pahasına yapar bunu: Biraz oradadır biraz burada;
yollar yanıltan yansımalar ve çıkmazlarla doludur. Gözlerimizi bu soğuk dünyaya
açarken, can havliyle aldığımız ilk nefesin ciğerlerimizi yakmasıyla öğrenmeye
başlarız bunu.
Doğumlar, ateşi çalan
Prometheus’un suçunu üstlendiğimiz tıpkı bir volkandan püskürürcesine savrulup
bir sürgün gibi atıldığımız anlardır yaşamın içine. Kendi formumuzda soğumaya,
kabuk tutmaya başlarız. Zamanla, umudumuz kırıldıkça kabuğumuz çatlar, neden
orada olduğumuzu, buna neden devam etmek zorunda kaldığımızı ateş gibi bir
öfkeyle sorgularız. Taşarız çatlaklarımızdan, eksilir ve şekilleniriz. Kimileri
fazlalıklarından kurtulmak der buna, kimileri ise yaklaşmak ölüme. Kırıldıkça
katılaşır, durağanlaşır, daha da eksilmekten korkarak uslu birer çocuk veya
itaatkâr bir yetişkin gibi yerçekimine bırakırız kendimizi. Bazıları toprakta
bir çukur bulup yerleşir içine, orada yitip gitmeyi bekler, bazıları da
yükselir gökyüzüne doğru; bir basamak olur, her şeye rağmen tırmanır kendine.
Gitmekle kalmak, yükselmekle düşmek arasındaki zamandır tarih; kırılmak, akmak
ve soğumaktır. Sonunda insan yaşamı biterken bir elbise gibi bırakır ardında
tüm kimliklerini. Üst üste, yan yana, yığılır kalanlar; bedenler, düşünceler ve
kitaplar, yaşamın verimli toprağında, yeni filizleri beslemek için birikir. Bu
yüzden kentler ve kültürler tüm sıkışmışlıkları, iç içe geçmişlikleri,
melezlikleri, katmanları ve ihtişamlarıyla arkeolojik kalıntılara, bir bedenin
zamanla birleşecek uzuvlarına benzer. Ülkeler ise bütün melezlikleriyle
coğrafyanın otorite tarafından işgal edildiği siyasi haritaların öznesi,
sınırların üzerlerine bir dövme gibi işlendiği dünyanın bedenleridir. Seslerin,
suskunlukların, özlemlerin, hayallerin ve olasılıkların ağırlık merkezleridir.
Bilinmezliğin ortasında barınmaya çalıştığımız, kimi zaman köklerimizi
derinlerine uzattığımız ve diğer köklere umut ya da hüzünle dokunduğumuz
yerlerdir.
Yaşadıklarımızdan
öğrendiklerimizi, yüzünü görmediğimiz, kim olduklarını başka yerlerden okuyarak
öğrendiğimiz birileri tarafından yazılan kalın ciltli kitaplarla veya artık
gerçekliğinden emin olamayacağımız dijital kimliklerin, avatarların, bıraktığı
karbon ayak izlerine gömülen referanslarla birleştirdiğimiz, bir küçük kaostur
belki de. Asla düzeltilemeyecek, hiçbir tarağın şekillendiremeyeceği, uzun ve
telleri zamanla birbirine dolanmış, düğümlenmiş ama yine de yaşayan bir saça
benzeyen dizginlenemez bir kaos.
Ben demeye başladığımız
o an, kaosun belirsizliğinin ortaya çıktığı andır. Sınırların önce eridiği ve
sonra yok olduğu, güneşin altındaki her şeyin aynı zamanda bir başka şey
olabileceği; açık, derin ve ürkütücü okyanusta bir yerlerde durduğumuzu fark ettiğimiz
an, boğulmamak, nefes alabilmek için kendi sınırlarımızı çizmeye başlarız.
“Ben” sınır demektir; düzeltme, düzenleme, kategorize ve tercüme etme
çabasıdır. Doğanın tesadüfiliğini saygıyla, hatta hayranlıkla karışık bir korku
içinde tanımlamaya, bir kurallar bütünü içinde açıklamaya çalışmaktır bir
yönüyle. Yine de sezgisel ve kişisel olmaktan kurtulamaz “ben”; bu yüzden
“öteki” kavramını yaratır ve varlığını sürdürmek için hep bu ikiliğe ihtiyaç
duyar. Fakat aynı zamanda yine bu nedenle soğumaya, kırılmaya, eksilmeye yüz
tutar.
Anatominin
sınıflandırmaları “ben” kavramında muğlaklaşır; tıpkı zamanla katmanlaşan
kentlerin arkeolojisi, dünyanın birbiri içinde eriyerek büyüyen bedenleri veya
üst üste konulduğunda bir artık ağaca dönüşemeyen, mürekkeple işaretlenmiş,
yazıların işgalindeki kitapların sayfaları gibi. Kentler bir virüsün ya da
sonunda kendini yok edeceğinin farkında olmayan bir parazitin hırsıyla
yeryüzüne yayıldıkça dünya şekillenir ve değişir. Bedenin anatomisi “benle”
biterken, kentler de coğrafyayı sekteye uğratır. Kentler, benlerin disipline
edilmiş, nefesleri içlerinden çekilip alınmış kaskatı bedenleridir ve artık
yalnızca gücü, siyaseti, ekonomiyi, doğuma ya da ölüme indirgenmiş yaşamları,
kalabalıklara dönüşen toplumları içine hapseden kabuk içinde yeni kabukları
yaratır -ve hatta yok eder hepsini aynı anda. Yavaş yavaş kırılır hayaller;
akar, eksiliriz. Ülkeler dağılır, kıtalar kayar, geriye içi boş kitaplar ve
geçmiş zamana ait yazılar kalır. Bir ayna sandığımız izler, artık orada olmayan
yolları, çoktan buharlaşan yağmurların kim bilir kaçıncı kez dönüştüğü
bulutlarla ıslattığı yolları gösterir.
Sümer Sayın, Dünya
Soğurken adını verdiği sergide, insan ile yerküre arasındaki bu tekinsiz
ilişkiye dair ucu açık bir sorgunun kapısını, bir bölümünü sergi mekânını
deneyimleyerek oraya özgü bir biçimde ürettiği, yakın dönem çalışmalarından
oluşan bir seçkiyle aralıyor. Barın Han’ın tarihi mekânında hayat bulan sergi
coğrafya, jeoloji ve tarih üzerinden kurduğu analojiyle, bireyin dünyayla
kurduğu türlü ilişkileri, tanımlamaları, hareket, algılama ya da yorumlama
biçimlerini sorguluyor. Pasaj’ın mimari yapısıyla sunduğu olasılıklara açık
hacmini, ev ve merkez kavramları ekseninde dönüştüren Sayın, bilimsel verilerin
temsillerine müdahale ederek oluşturduğu haritalar ve çizimlerin yanı sıra,
aynalar, kitaplar ya da çeşitli hazır nesnelerin kimi zaman şanslı tesadüfler
yaratan doğasını işlevselleştirerek, onları kurgusal bir evren tasvirinin içine
yerleştiriyor. Nesneleri bozarak, onları yeni form ve anlamlar oluşturacak
şekilde yeniden birleştirerek, sanatsal pratiğindeki döngüsellik vurgusunu bu
defa yerkürenin hareketi üzerinden işliyor.
Dünya Soğurken’in
dilini oluşturan nesneleri ve formları alışılmışın dışında bağlantılarla,
bireysel çağrışımların şekillendirdiği bir kurgu içinde izleyiciye sunan Sayın,
çoğu zaman gözümüzün önünde olan gerçekliği yalın bir dille görünür kılıyor.
Perspektifi bozarak ona estetik ve kavramsal bir alternatif öneriyor, bakışın
yönünü yansıtarak değiştiriyor ya da kimi zaman yazılı dile hapsolmuş
kavramları akla gelmeyecek biçimlerde somutlaştırıyor. Parçaladığı ve farklı
şekillerde yeniden birleştirdiği nesneleri, kimi zaman tekrarlı bir biçimde ya
da bağlamlarından kopararak, kendine özgü bir okuma düzlemine yerleştiren
sanatçı, kurgusallığın gerçeklik üzerindeki kimi zaman ironik kimi zaman ise
absürt sonuçlarını, hareketin, optiğin, mimarinin veya coğrafyanın tanımlayıcı
doğası üzerinden ele alıyor. Nesnelere işlevsel amaçlarının dışında yeni
boyutlar kazandırarak veya tam tersine onları tanımlamalara hapsederek,
eleştirisine konu olan güç ilişkilerini, kimliği ya da faili belirsiz
otoriteyi, tanımlanamayan merkez kavramını ve hakikat sonrası (post-truth)
toplumlarında sıkça rastlanan bu kavramların ekseninde türeyen ikincil, hatta
üçüncül soruları tartışmaya açıyor.
Dünya Soğurken’de yer alan farklı geometrik şekillerin görüntülerine gizlenmiş döngüsel formlar ve hareketler Sayın’ın sanat pratiğinin temelindeki bir başka unsuru oluşturuyor. Sanatçı çizgisel bir düzlemi işaret eden soru-cevap, etki-tepki ya da neden-sonuç mantığının dışına çıkarak denklemin iki ucunu birbirine ekliyor ve ortaya çıkardığı döngüler üzerinden izleyiciyi kendisiyle karşı karşıya getiriyor. Böylelikle eserlerin her biri, sergilendikleri yere ve zamana göre kimi zaman Sayın’ın düşünce düzleminin bile dışında bir anlamlandırma potansiyeline kavuşuyor. Dünya Soğurken, kimi zaman birbirine atıfta bulunan eserlerle, izleyicinin Sayın’ın temel ve sosyal bilimlerle kurduğu bağların, kırılma ve yansıma anlarının izini sürmeye olanak sağlıyor.
* Nâzım Hikmet’in, 1947-1948 yılları arasında yazdığı Yaşamaya Dair adlı şiirinin 1948’de yazılan üçüncü bölümünün ikinci bendi.
0 Comments
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.