İnsanlık tarihinin en önemli travmalarından biri Sanayi Devrimi ile yaşandı. Bu dönemden sonra büyük bir ivmeyle gelişen teknoloji, ortaya çıkardığı araçların sağladığı pratik faydanın büyüklüğü ile eskiden zor olanı kolaylaştırdı. Ergonomi, aerodinamik gibi alanlardaki çalışmaların da bu denkleme katılması teknolojik ivmeyi daha da artırdı. Böylece ortaya çıkan icatlar yeni bir dil yarattı ve bunun sanattaki yansıması yeni disiplinlerin ortaya çıkmasıydı. Sonuç olarak teknoloji ile daha çok etkileşime giren toplumlar, anlatının yeni biçimleriyle her alanda karşılaşmaya başladılar ve 20. yüzyılın başından itibaren kültürel birikim, çeşitlilikle doğru orantılı şekilde artmaya başladı.
Yüzyılın ilk yarısını işgal eden savaşlar süreci, teknik gelişmelerin çoğunlukla askeri amaçla, hızlanmasına yol açtı. Ancak bunların toplumsal yaşama ve sivil kültüre dahil edilmesi 1918-39 yılları arasında tam olarak gerçekleşemedi. Ve erken sanayileşen ülkelerin iç pazarlarını doygunluğa ulaştırması ve dış pazar ihtiyacının bu ekonomik model içinde zorunlu hale gelmesi İkinci Dünya Savaşı sonrasında, kendini küresel yeniden yapılanma süreçleri altında göstermeye başladı.
20. yüzyılın ikinci yarısına girilirken toplumsal ve kültürel yapılanma, daha önce görülmemiş bir hızla, daha önce görülmemiş bir şekilde gelişiyordu. Savaş sonrası ortamın gerginliği azalmaya başladıkça, aydınlanma felsefesine bağlı rasyonel düşünce bilimsel ilerlemeyi getiriyordu. Ancak bu ilerleme, yapılanmanın ekonomik sürecinde de kendisini göstermiş, İkinci Dünya Savaşı’nda kendi topraklarında birkaç çatışmadan fazlasını yaşamamış Birleşik Devletler, doygunluğa ulaştırdığı iç piyasasını dışa açmak yeni pazarlar yaratmak için çabalamaya başlamıştı. Yeni pazarların yaratılması, günümüzde bölünmüş pazarlar şeklinde gördüğümüz neo-liberal sistemin de çekirdeğini oluşturur. Bölünmüş pazarlar, genel hatlarıyla iş gücünün ve hammaddenin en karlı şekilde yönetimi ile üretimin dünyanın farklı bölgelerine dağıtılarak çok daha ucuza mal edilmesi ve böylelikle daha karlı satılabilmesi amacını taşırken ülkelerdeki ekonomik eşitsizliklerden yararlanır.
Askeri teknolojinin sivil yaşamda kullanılan ve yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren küresel pazarda satışa sunulan ürünlerine iki önemli örnek yapışmaz yüzeyli tavalar ve mikrodalga fırınlar olarak gösterilebilir. İki ürün de evlerde kullanılmadan yirmişer sene kadar önce üretilmiş, ancak üretildiği dönemde ev hanımları yerine generallerin hayatlarını kolaylaştırmaya yaramıştır. Radar teknolojisi, yıllar sonra ancak 1967 yılında ev tipi mikrodalga fırınlara dönüşüp satışa sunulurken[1], 1938’de icat edilen yapışmaz malzemenin 1951’de bir kek kalıbına uygulanmasından önceki kullanım alanı atom bombalarındaki bağlantı noktalarının uranyum heksaflorid[2] gazına dayanıklı hale getirilmesiydi. Kısacası, savaş sonrası yüceltilen modern yaşamın ve barındırdığı şehirli imgesinin parıltılı dünyası aslında sadece kimi teknolojik gelişmelerin yıkım odaklı işlevlerinin “rehabilitasyonundan” ibaretti. Böylelikle teknolojinin karanlık yüzü, belki de fiziksel savaşlar kadar etkili kültürel yönlendirmenin ellerinde meşrulaştırılabilir, dünyaya yeniden yapılanmanın nasıl bir şey olduğunu tanımlar hale getirilebilirdi.
Bu amaçla bilimsel bir yöntemle ilerleyen kültür yönetimi, o dönemin öne çıkan iki büyük bilimsel araştırma alanına eğildi: psikanaliz ve göstergebilim. İlkinde Freud, Lacan ve Jung, ikincisinde ise Eco, Barthes ve Guattari ön plandaki isimlerdi. Ancak çağdaş felsefe Avrupa temelinde gelişiyor olsa da Birleşik Devletler bu durumu farklı bir şekilde kendi lehine kullanabilmeyi başardı. Psikanaliz ve göstergebilim dolaylı biçimde, kültürün yönetilmesi ve planlanan küresel ekonomik sistemin önce yayılması sonra da sürdürülebilmesi açısından reklamcılığın savaş sonrası dönemin en önemli sektörü haline gelmesine yol açmıştı. Fırsatlar ülkesi reklamın gücünü ardına alarak öncelikle ihracatını sürekli hale getirebilecek ve ardından adım adım yarattığı tüketim kültürünü geliştirebilecekti.
Yukarıda bahsedilen, iki aşamalı kültürel ve ekonomik modelin yayılması elbette kolay değildi. Ancak dünya savaşlarının yarattığı yıkımın büyüklüğü, 1929 ekonomik buhranını atlatmış ülke için en az bulunduğu coğrafi konum kadar büyük bir avantaj yaratıyordu. Avrupa şehirleri birbiri ardına harabeye dönüşürken Birleşik Devletler sanayileşmeye devam ediyordu. Bu da ülkeye, hedeflediği sisteme ulaşabilmek adına yeterli altyapıyı sağlamaktaydı. Yine de sistemin yayılmasından sonra sürdürülebilir olmasının da yolu bulunmalıydı.
Yirminci yüzyılın ikinci yarısına girildiğinde Birleşik Devletler kaynaklı neo-liberal ekonomik sistem ve bununla birlikte yayılan kültür politikaları yaşamın her alanında manipülatif etkilerini henüz göstermemişti. Bu dönem aynı zamanda Büyük Buhran’ın aşılma sürecinde kullanılan başarılı yöntemin küresel çaptaki uygulamasındaki ilk adım olan Avrupa’nın ekonomik ve kültürel uyum sürecidir.
Amerika Kıtası’nın keşfi sonrasında buraya yerleşen koloniciler, filizlendirdikleri toplumun kültürünü de oluşturmayı amaçladılar. Amerikan tarzı kültür, birçok kültürün karışımıydı. Kısa zamanda Avrupa toplumlarındakine benzer bir kültürel birikime ulaşma çabası teknik olarak mümkün değildi ancak iki dünya savaşının yarattığı duraklama, bu açığın tarihsel olmasa da teknik gelişmeler açısından biraz olsun kapanmasına neden oldu. Bu yine de yeterli değildi ve bir destekleyiciye ihtiyaç duyuluyordu. Bu amaçla 1950’lerden başlayarak kullanılan en önemli yöntem, Roosevelt döneminde ortaya çıkan ve Yeni Düzen’in stratejik halefi olan kültür politikaları oldu. Kültür politikalarının bayrak gemisi ise akademik küratörlüğün ortaya çıkışıyla vahşi bir endüstriye dönüşmeye başlayan sanat kavramıydı.
CIA’in 1993’te açıkladığı belgeler[3], bu politikaların somut bir biçimde devlet desteğiyle, sanatsal alanda söz sahibi olmak adına kullanıldığını gösteriyor. Soyut dışavurumcu hareket İkinci Dünya Savaşı sonrası ortaya çıktığında, bir yandan Birleşik Devletler’in sanat kültür politikasının temellerinden birini oluşturuyordu. Diğer yandan da Avrupa’da ortaya çıkmış diğer akımların bir devamı ve çok önceleri başlayan modernleşmenin ürünlerinden biri olan Özgürlük Anıtı gibi bir yapının dayatmacı ve otoriter (ve hatta fallik) doğasının ötesine geçerek, kanlı canlı bir mucizesi olduğunu iddia ediyordu. Ulusallık vurgusunun niteliğin ötesine geçtiği bu periyotta, toplumsal algı reklamcılık ile ustaca yönetiliyordu. Psikanalizim ve göstergebilimin çalışmaları, tüketim toplumu kültürünün şekillendirilmesi için reklamcılığın algısal müdahalesini mükemmelleştirilebilirdi.[4] Böylelikle uzaklardaki ışıltılı bir vitrine yerleşen ve mikrodalga fırınlarla, yapışmaz tavalarla, kuyruklu, pembe, üstü açık arabalar ile sörf tahtalarıyla süslenen Amerikan rüyası, “eski dünyanın” artık yalnız ekonomik değil aynı zamanda kültürel olarak da ulaşmaya çalışacağı standartları belirleyen bir arzu nesnesine dönüşmeye başlıyordu.
Birleşik Devletler’in sanatta yarattığı en önemli kültürel birikim belki de sinemada gerçekleşti. Fransa’da Louis Daguerre ve Lumière Kardeşler ile başlayan hareketli görsel tekniği, Nazi Almanyası tarafından büyük bir etkinlikle kullanılmıştı. Ancak savaşın bitmesiyle Avrupalı sinemacılar uzak kıtaya göç etmeye başlamışlardı. Hegel, sanatı beş ana disiplin içinde inceliyordu[5]: Mimari, heykel, resim, müzik ve şiir. Oysa 20. yüzyılın ilk yıllarında Ricciotto Canudo sinemayı önce altıncı, sonrasında ise yedinci sanat olarak tanımlamıştı[6]. Sinema, görselliği ses ile birleştirerek hem sanatta modernizmin sembolü hem de bir cazibe odağı haline gelmeyi kısa süre içinde başardı.
1960’lar Avrupa’nın yeniden canlanmaya başladığı bir süreçti. Ancak henüz İkinci Dünya Savaşı dahi bitmeden yapılan görüşmelerle dünya devletleri ekonomik olarak Birleşik Devletler’e bağımlı olmaya başlamıştı[7]. 1948’de bunu pekiştirmek başlatılan Marshall Planı ülkelerin iç ve dış pazarlarında değişiklikler yaratmaktaydı. Ancak plan yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda kültürel ve sanatsal boyutlara da sahipti. Çoğunlukla propaganda içeriği taşıyan birçok film, dizi ve radyo programı Avrupa ülkelerine yollanmıştı[8]. Savaşın yaralarını sarmaya çalışan ülkeler “aptal kutusunun” egemenliğine usulca girerken Birleşik Devletler, odağını başka ülkelere çevirmişti. Soğuk Savaş, küresel kültürün ve tüketim toplumunun zaferinin ikinci evresiydi. Ana hedefin Sovyetler Birliği olarak gösterildiği bu süreçte aslında yöntemler değiştirilmedi. Bu açıdan bakılınca, Güney Amerika’daki ev hanımlarına sunulan dizilerin, Japonya’da kırmızı beyaz ve mavi renklerle süslenmiş giysilerden büyük bir farkı olmadığı rahatlıkla görülebilir. Kimi zaman birbirinin yerine kullanılsa da, fiziksel ve kültürel müdahale bu sistemin temel dinamikleri olarak halen geçerliliğini sürdürüyor.
1951 yılında çekilen Uzaktaki Davullar, günümüzde sanat kültür alanındaki müdahalenin ve yapay kültürün en önemli izlerinden birini taşıyor[9]. Filmde dereden geçerken bir timsah tarafından saldırıya uğrayan askerin attığı çığlık, arşive Wilhelm çığlığı[10] olarak geçti ve bu efekt sonraları Yıldız Savaşları’ndan Kill Bill’e kadar birçok filmde kullanıldı.[11] Bu çığlık sesi izleyici üzerinde Pavlov’un deneylerindeki zile benzer bir etkiye yarattı. Filmlerde ifadeyi güçlendirmek için foley adı verilen ek sesler kullanılır.[12] Çığlık, orijinal filmin dışında bir efekt olarak kullanıldığında aslında bir tür foley haline geliyordu. Yalnızca bir saniye süren bu ses, önceleri destekleyeceği bir görüntüye ihtiyaç duyarken, sonraları başlı başına bir aracıya evrilmişti. Çünkü zamanla kendi kültürel yerini oluşturmuştu ve bu sesi duyduğumuzda aklımız önceden bilinen görseli veya görselleri tetikler hale gelmişti. Bu durumun bir başka önemi de çığlık sırasında çıkan tiz sesin zaten herhangi bir dilden bağımsız olması ve korkuya dayandığı için[13] çok hızlı ayırt edilerek akılda kalmasıydı. Dolayısıyla günümüzde hala bir tür propaganda aracı olup olmadığı sıkça tartışılan Holywood sinemasında sıkça kullanılan Wilhelm çığlığının köklerini de psikanalizde ve göstergebilimde bulmak mümkündü.
Oysa bu travmatik bir eylem, çok daha öncelerden beri sanatın içinde yer alıyordu. Yirminci yüzyılın öncesinde daha çok kişisel çapta ele alınan bu ruh hali 1950’lere gelindiğinde bireyden öteye geçerek insanın kendisini sorgular boyuta gelmişti. Örneğin Munch’un 1893 tarihli Çığlık eseri, tamamen varoluşçu bir bunalımın dışavurumudur, fakat Bacon’ın 1954’te tamamladığı Etle Beraber Figür’ü insanın bedeni ile aklı arasındaki çatışmasını (sanat tarihine ve dine yaptığı göndermelerle birlikte) kendi özelinden hareketle genele yaklaştırışı üzerinedir. Diğer yandan aynı kavramın farklı şekil ve yorumlarla ifade edilişi, izleyicide değişik sonuçlar ortaya çıkarabiliyor. Dolayısıyla sanat, barındırdığı bakış açılarındaki çeşitlilik ile kavramları sorgulamaya devam edebiliyor. Bu eserler aynı zamanda, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından gelen bilinçli kontrolü (yani dışavurumcu akımın başlangıcından, özgürlüğünü kaybedişine kadar olan süreci) incelemek adına önemli ipuçları taşıyor. Zaten güncel sanatın ekseni de 60’lardan sonra Birleşik Devletler’e doğru merkez değiştirmeye başlamıştı.
50’lerden itibaren sanat algısı Avrupa’da önemli bir kırılma yaşadı. Documenta 5, 1972’de bu değişimde sanatçının ve küratörün konumunu yeniden belirlemeye soyundu: “... Szeemann kitle kültürü ürünü ve genellikle kitsch diye nitelenen sayısız nesneyi de sergisine dahil etmişti. Artık neyin sanat sayılması konusunda da herhangi bir kuşku kalmamıştı: O andan itibaren sanat artık sanatçıların yaptıkları değil, küratörün sanat olarak tanımladığı şeydi.”[14] Kırılmanın bir de ekonomik nedeni vardı. 70’li yıllar Birleşik Devletler’in enerji kriziyle yüzleştiği ve bu nedenle Soğuk Savaş döneminde gücünün sarsıldığı bir dönemdi. Arap ülkelerinin uyguladıkları ambargo nedeniyle 1973’te yaşanan petrol krizi öngörülebilir olsa da engellenebilir değildi. Böylelikle yürütülen kültür sanat yönetimi politikalarının hızlandırılması Soğuk Savaş’ın kazanılmasında önemli bir role sahipti[15]. Böylece yüzyılın sonlarına gelindiğinde, post-modernizmi ve çağdaş sanatı yükseltecek doğum sancıları iyiden iyiye hissedilmeye başladı. Sanatçıdan çok küratörün, galericinin ve koleksiyonerin arasındaki bağın etkin olmaya başladığı dönem, 60’ların felsefik sorgulayıcı deneyselliğinden çok alıcının satıcıyla buluşturulduğu bir ekonomi modelini andırıyordu. Fakat dönemin bitimi sanatın ve kültürün tümden yönlendirecek ekonomik ve siyasal bir gelişme olan Berlin Duvarı’nın 1989’daki yıkılmasıyla gerçekleşti.
Sovyetler Birliği’nin yıkılması ile komünist blok çözülmüş, ayrılan devletler kendi kaderleriyle başbaşa kalmışlardı. Böylece neo-liberal ekonomi sistemi, işgücü akışkanlığı kozunu oynamaya başladı[16] ve birlikten çıkan ülkeler, üçüncü dünya ülkesi olarak kabul edilen diğerleriyle birlikte büyük bir havuz oluşturdular. Böylece iç pazarda satılan ürünlerin, hammaddenin ucuz olduğu bir yerden alınan malzemeyle iş gücünün ucuz olduğu bir başka ülkede üretilerek semtinizdeki markete ulaştırılması fikri gerçeğe dönüştü. Fakat ne yiyip içeceğimize, ne giyeceğimize, nelerden hoşlanacağımıza, hangi imgenin bizde neyi çağrıştıracağına artık kendimiz karar veremez hale gelmiştik. Yapışmaz tava ve mikrodalga fırınla kutsanan Amerikan rüyası, bir tür uyuşturucu gibi yaşamlarımızı kontrol etmeye başlamıştı. Tüketim toplumu günden güne güç kazanırken Halit Kıvanç’ın tavsiyesi üzerine eski çoraplarımızla birlikte aslında değer yargılarımızı da attığımızı nereden bilebilirdik ki?[17]
Yıldız Savaşları serisinin ilk filmi olan Yeni Bir Umut'ta vurulan imparatorluk askeri
Çağdaş sanatın belki de en büyük açmazlarından biri olan özgünlüğün, teknik gelişmelerle doğru orantılı olarak artmamasının temelinde kültürel şartlandırma ve giderek tek tipleşen algı mekanizmaları yatıyor. Günümüz koşullarında bilgiye ulaşmanın eskisine göre daha kolay olması ne yazık ki bilgi kirliliğinin büyüklüğü karşısında avantajını kaybediyor. Sanat pratiği ve kuramlar da bu süreçte büyük bir değişime uğradı. Meta tabanlı ekonomi üzerinden ilerleyen günümüz pazarlarının, bilgiye ulaşma hakkının aslen insani bir hak olduğu düşünüldüğünde, sanatı içermesi ve sanatın piyasa ekonomisine “fayda sağlayacak bir meta” gibi dahil edilmesi, Yeni Düzen ile başlayan algı yönetiminin ne denli başarılı olduğunu gözler önüne seriyor. Kültür ve sanat, yarım asırdan fazla bir süredir doğal seyrinden uzaklaştırılarak, küresel bir sistemin devamlılığını sürdürmek üzere planlı şekilde yönetiliyor. Gözlerimizi kapatıp Wilhelm çığlığını duyduğumuzda nasıl düşen veya yaralanan bir insanı zihnimizde canlandırabiliyorsak, bugün sanat dediğimizde de benzer şekilde bir şeyi zihnimizde canlandırmayı hedefliyoruz. Bu hatalı bakış ne yazık ki içten içe oluşturduğumuz bu olanaksız idea üzerinde temellenirken bizler sanatın özgünlüğünü baltalıyor, onun birikimli ilerleyişindeki doğal temelin üzerine kaçak katlar çıkmaya devam ediyoruz. Öğretilmiş görme biçimlerinin tiranlığından kurtulamayışımız ileride bize yeni çığlıklar getireceğe benziyor. Şimdi gözlerinizi kapatın ve sese odaklanın. Bu kimin çığlığı?
Kaynaklar:
[1] https://en.wikipedia.org/wiki/Microwave_oven
[2] https://en.wikipedia.org/wiki/Hexafluoride
[3] http://www.independent.co.uk/news/world/modern-art-was-cia-weapon-1578808.html
[4] http://www.apa.org/monitor/2009/12/consumer.aspx
[5] https://plato.stanford.edu/entries/hegel-aesthetics/
[6] https://en.wikipedia.org/wiki/Ricciotto_Canudo
[7] https://en.wikipedia.org/wiki/Bretton_Woods_Conference
[8] http://www.marshallfilms.org/mpfdetail.asp
[9] http://www.imdb.com/title/tt0043469/
[10] https://en.wikipedia.org/wiki/Wilhelm_scream
[11] http://www.cinexcellence.com/complete-list-of-wilhelm-screams/
[12] https://en.wikipedia.org/wiki/Foley_(filmmaking)
[13] http://www.ncl.ac.uk/press/news/2017/02/misophonia/
[14] Madžoski, Vesna, Küratörlük: Korumanın ve Kapatmanın Diyalektiği, 2016, s: 50
[15] https://en.wikipedia.org/wiki/1973_oil_crisis
[16] https://en.wikipedia.org/wiki/Labor_mobility
[17] https://www.youtube.com/watch?v=w5M1bg7qkTs
[10] https://en.wikipedia.org/wiki/Wilhelm_scream
[11] http://www.cinexcellence.com/complete-list-of-wilhelm-screams/
[12] https://en.wikipedia.org/wiki/Foley_(filmmaking)
[13] http://www.ncl.ac.uk/press/news/2017/02/misophonia/
[14] Madžoski, Vesna, Küratörlük: Korumanın ve Kapatmanın Diyalektiği, 2016, s: 50
[15] https://en.wikipedia.org/wiki/1973_oil_crisis
[16] https://en.wikipedia.org/wiki/Labor_mobility
[17] https://www.youtube.com/watch?v=w5M1bg7qkTs
0 Comments
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.